Görüşler

Carl Schmitt küreselleşmeye karşı

Carl Schmitt küreselleşmeye karşı

Halil Turhanlı, Alman düşünür Carl Schmitt’in iki dünya savaşının ardından ortaya çıkan küreselleşmeci ve kozmopolit uluslararası hukuk düzenine karşı inşa ettiği perspektifi ele alıyor.

Soğuk savaş sonrası yenidünya düzeninde, tarihin, ideolojilerin ve politikanın sonunun ilan edildiği dönemde Nasyonal Sosyalizmin hukuk kuramcısı Carl Schmitt’e ilgi uyandı. O post-politik dönemin yıldızı parlayan düşünürü ve hukukçusu oldu. İlginç olan parlamenter demokrasiye karşı giderek husumete dönüşen derin bir kuşku beslemiş olan Schmitt’den hem 11 Eylül sonrası ABD’nin politikalarını belirleyen yeni muhafazakârların, hem de neoliberalizmi eleştiren solun hayli yararlanmış olması. (Schmitt’in görüşlerini sol düşünürlerinkiyle mukayese kapsamlı bir çalışma için bkz. M. Ertan Kardeş, Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı, İletişim Yayınları, 2015 ) 

Schmitt’in siyasal kavramının esasını“ dost ve düşman“ ayrımı, oluşturur. Ona göre bu karşıtlık siyasetin başlangıç noktası, belirleyici özelliğidir. Onun düşüncesinde “düşman” sıradan bir hasım değil, politik olanın kurucu unsuru. Düşman siyasal alanı kuruyor, siyasal kimlik üretiyor. Dolayısıyla siyaseti mümkün kılıyor. Bu ayırım ortadan kalktığında siyasal yaşam da ortadan kalkacaktır. 

Şu halde, Schmitt’e göre siyaset ve düşmanla karşı karşıya, yüz yüze gelinen savaş arasında sıkı bir bağ, varoluşsal bir ilişki mevcut. Savaş siyasetin uzantısı, yoğunlaşmış hali, bir karar anı. Ölme ve öldürme zamanı siyasetin yoğunlaşmasıyla, yani egemen savaş kararı verdiğinde açığa çıkmakta. 

Schmitt kısaca Dünyanın Nomosu adıyla anılan eserinde iki büyük savaş sonrasında oluşan yeni uluslararası düzeni ve hukuku ele almış, analiz etmişti. Savaşların ardından yapılan barış antlaşmalarını da eleştiriyordu. Bu eleştiri ve analizlerinde nomos kavramı son derece önemli bir yer tutar.  

Schmitt’in İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde geliştirdiği bu anahtar kavram öncelikle bir halkın, bir siyasal birliğin mekânla kurduğu ilişkiyi ifade eder. Belirli bir toprağa el koyma, mülk edinme, paylaşma ve orada bir düzen kurma anlamına gelir. Bütün bu özeliklerinden olayı nomos ile ilişki ilksel, tarihsel ve kurucu niteliktedir. Kurucudur, çünkü siyasal birlik ve siyasal birliğin hukuk düzeni mülk edinilen bu toprak üzerinde inşa edilir.  Schmitt toprağın söz konusu kurucu güç ve niteliği ilk olarak Avrupa’da gerçekleştiğini,  egemen devletlerin doğuşunu sağlayan bu tecrübeyi ilk önce Avrupa halkları yaşadığını vurgular Her egemen devletin eşit statüye sahip olduğu modern devletler sistemi böyle ortaya çıkmıştır. Bu sistemin ortaya çıkmasıyla üst otorite olarak kilise önem ve işlevini kaybetti. Schmitt’e göre her egemen devlete eşit statü veren yeni sistemde savaş devletlere hak olarak tanınmış, böylelikle savaş siyasileşmişti. 

Schmitt nomos kavramıyla siyasal bir birliğin ve hukuku düzeninin ancak mekânsal sabitliğe sahip kara  ( toprak ) üzerinde kurulabileceği dile getirir. Deniz mekânsal sabitlikten yoksun olmasından dolayı siyasal birlik inşasına imkân tanımaz. Denize el konulamaz, mülkleştirilemez. 

Ben burada bir parantez açarak toprağın kurucu gücünün, toprak üzerinde siyasi ve askeri teşkilatlanmanın özgün bir örneğinin Anadolu’da daha erken bir dönemde ortaya çıkmış olduğunu, Anadolu’nun yurt haline gelmesinin Schmittci bir bakışla ve nomos kavramıyla ele alınabileceğini ileri süreceğim. Selçukluların Anadolu’daki siyasi teşkilatlanmasından söz ediyorum. Kuşkusuz, bu Schmitt’in sözünü ettiği anlamda modern bir siyasi birlik değildir, ancak toprağın yurt haline getirilmesinin, toprak üzerinde teşkilatlanmanın ve devlet şekillendirmenin ilginç ve özgün bir örneğidir. Selçukluların Anadolu’yu nomos haline getirmelerinin özünü ıkta düzeni oluşturuyordu. Toprağın ıkta düzeniyle imar ve idaresi Türkmen nüfusu toprağa ve devlete bağlamıştı.   Malazgirt Meydan Muharebesi çok yerinde olarak bu sürecin başlangıcı kabul edilir. Malazgirt yurt kazandıran, devletin temelinin atılmasını sağlayan bir savaştır. Bu savaştan sonra el koyma, mülkleştirme, bölüşme, teşkilatlanma gerçekleşmiştir. Bir halkın mekânla kurduğu ilişkide maddi kültürel tezahürler de önemli yer tutar. Bir başka ifadeyle, mekâna bağlılık, belirli toprağı birlikte yaşanan yurt olarak benimseme bazı kültürel tezahürlerin kalıcı, hatta sonsuzca kalıcı biçimde mekana nakşedilmesiyle ifade edilir. Bu noktada Prof. Altan Çetin’in Ahlat mezar taşlarıyla ilgili iddialarını ilgi çekici bulduğumu belirtmek isterim. Prof. Çetin, bu mezar taşlarının yurt olarak benimsenen toprağa sonsuza değin bağlanma ve o topraklar üzerinde sonsuza kadar yaşama iradesinin kanıtları sayıyor. O topraklarda yurt kurulduğunun ve birlikte hayat yaşandığının kanıtları. (Prof.Dr. Altan Çetin, Tarihten Tefekküre, Ötüken Neşriyat, 2016, s. 38-41 ). Gerçekten, Ahlat mezar taşları üzerlerindeki ayetler, dualar, motifler ile bir halkın belirli bir toprakla kurduğu mekansal ilişkiyi sonsuza bağlayan, bu bağlılık duygusunu gelecek kuşaklara aktaran eserler.  

Görüldüğü üzere, Schmitt nomos kavramıyla esas olarak Avrupa’daki eşit ve egemen devletler sisteminin doğuşunu, modern siyasi örgütlenmenin hukuki temelini açıklıyordu. Aynı zamanda, devlet egemenliğinin ancak kara üzerine mümkün olduğunu; çünkü sadece toprak parçası üzerinde mülkiyet tesis edilebileceğini, sınırlar konulabileceğini vurguluyordu. Tekrarlayayım: Selçukluların Anadolu toprağıyla kurdukları ilişki Schmitt’in nomos kavramıyla tam örtüşmese de birçok noktada yakınlıklar arz etmektedir.  

Avrupa’daki egemen devletler düzeninin hukuki zeminini 1618’de Katolikler ve Protestanlar arasında patlak veren Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda imzalanan Westphalia Sözleşmesi oluşturmuştu. Avrupa tarihinin en kanlı mezhep savaşının ardından imzalanan bu sözleşmeyle modern siyasi örgütlenmenin hukuki temeli atıldı. Belirli toprak parçası üzerinde egemenlik tesis eden ulus-devletlerden oluşan bir nizam şekillendi. Önce Roma İmparatorluğu, Ortaçağda ise Katolik Kilisesi evrensel egemenlik iddiasında bulunmuşlardı. Westphalia modern Avrupa açısından evrensel egemenlik iddiasını geçersiz ilan ediyordu. Bir başka ifadeyle, Westphalia, Schmitt’in nomos olarak kavramsallaştıracağı toprağa bağlılığı, toprak ve egemenlik ilişkisini,  devlet egemenliğinin mekânsallığını tanıyordu. Ancak şunu da unutmamak gerekir: Westphalia’dan sonra da Avrupa’da imparatorluklar varoldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Avrupa’ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu yayılan ulusalcı akımlara direnerek varlıklarını korudular. (Kemal Çiftçi kısa bir süre önce yayımlanan kitabında Ahmet Davutoğlu’nun Westphalia Sözleşmesi’nin getirdiği ulus- devlet sistemine karşı önerdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun millet sistemi alternatifini ele alıyor. Bkz. K.Çiftçi, Westphalia-Sistemi’ne Karşı Millet-Sistemi ve Türk Dış Politikası, Siyasal Kitapevi, 2018 )  

Schmitt’e göre Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Versay Antlaşması’yla savaşın bütün sorumluluğu yenik düşen Almanya’ya yüklenmiş, maddi zararlardan Almanya sorumlu tutulmuş, ağır yaptırımlarla karşılaşmıştı. Bu antlaşma Almanya’nın savaş hakkını yok sayıyordu. Oysa savaş hakkı egemen devlet olmaya bağlı bir haktı, egemen olmanın bir sonucuydu. Gelgelelim,   Almanya’nın egemen bir devlet olarak sahip olduğu bu hak Versay Antlaşması’yla elinden alınıyordu. Esasında söz konusu antlaşma Westphalia’nın tesis ettiği egemen devletlere dayalı sisteminin sonunu ilan ediyordu. 

Schmitt, Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde kurulan Milletler Cemiyeti’nin, ikinci büyük savaşın ertesinde onun yerini alan Birleşmiş Milletler  (BM) örgütünün kurucu sözleşmelerini inceleyerek uluslararası düzeyde yeni bir sisteme geçildiğini, bu yeni sistemde devletin mekân ile bağının çözüldüğünü, dolayısıyla devletin egemenlik alanı anlayışının silindiğini, egemen devletler sisteminin çöktüğünü tespit etti. Böylelikle savaş hukukun düzenlediği bir hak olmaktan çıkıyordu. 

ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra uluslararası barışı sağlamak için formüle ettiği prensiplerine, Milletler Cemiyeti’ne onun feshedilmesinden sonra aynı amaçlar doğrultusunda kurulan BM’ye Kant’ın barış projesinin esin kaynağı olduğu pek çok kez dile getirilmiştir. Kısacası, Kant’ın “ebedi barış” projesi yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da yaşanan iki büyük savaş sonrasında güncellik kazanmıştı.  Schmitt’in iki büyük savaş sonrasında uluslararası hukuk sorunlarına eğilirken bir bakıma Kant’ın liberal dünya görüşüne, onun kozmopolitizmine ve dünya barışına dair düşüncelerine karşı bir perspektif geliştirdiği pekâlâ söylenebilir. 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir