Görüşler

Mehmet Merdan Hekimoğlu yazdı: Avusturya’nın İslam’la imtihanı

Mehmet Merdan Hekimoğlu yazdı: Avusturya’nın İslam’la imtihanı

Kıbrıs İlim Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Merdan Hekimoğlu, Avusturya’da camilerle ilgili alınan skandal kararı değerlendiriyor.

Avusturya’da Başbakan Sebastian Kurz liderliğindeki muhafazakâr sağcı Halk Partisi (ÖVP) ile Başbakan Yardımcısı Heinz-Christian Strache’nin başında bulunduğu göçmen karşıtı aşırı sağcı FPÖ Partisinin kurduğu Koalisyon Hükümeti, sözüm ona “siyasal İslam’la mücadele” kapsamında, yedi camiyi kapatma ve Türkiye’nin finanse ettiği çok sayıda imam ile ailelerini sınır dışı etme kararı aldı. Avusturya Hükümeti’nin aldığı kararın temel gerekçesi olarak Avusturya’da yeni çıkarılan “İslam Yasası”nın ihlal edilmesini gösteren Başbakan Kurz, “paralel toplumların”, “politik İslam’ın” ve “radikal eğilimlerin” ülkesinde yerinin olmadığını ifade etti. Kararın, Avrupa Türk İslam Birliği’ne (ATİB) bağlı bir camide Çanakkale Savaşı’nın, asker üniforması giymiş ve “şehit rolü” oynayan çocuklar tarafından canlandırıldığı 2016 yılına ait bir etkinliğin kamuoyunda büyük tepki çekmesi üzerine başlatılan soruşturmanın tamamlanmasının hemen ardından gelmesi dikkat çekti. 200 civarındaki Müslümanın İŞİD gibi cihatçı örgütlere katılmak için Avusturya’dan Suriye ve Irak’a gittikleri iddiasına dair medyada geniş şekilde yer alan haberlerden duyulan sosyal endişenin de hem yeni “İslam Yasası”nın çıkarılmasında hem de alınan bu sert Kararda etkili olduğu ifade ediliyor.

18-06/14/screenshot_2.jpg

Twitter hesabından mahut Kararı eleştiren ve sert tepki gösteren Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın “Avusturya’nın sudan bahanelerle yedi camiyi kapatması ve imamları sınır dışı etmesi, bu ülkedeki İslam karşıtı ırkçı ve ayrımcı popülist dalganın sonuçlarından biridir. Amaç, Müslüman toplulukları ötekileştirerek siyasi kazanım elde etmektir.” dedi. Sözcü Kalın, Avusturya hükümetinin ideolojik tutumunun evrensel hukuk normlarına, toplumsal uyum politikalarına, azınlık hukukuna ve bir arada yaşama ahlakına aykırı olduğundan bahisle, İslam karşıtlığının ve ırkçılığın bu şekilde normalleştirilmesinin ve sıradanlaştırılmasının kesin olarak reddedilmesi gerektiğini ifade etti. Karara ilişkin olarak açıklama yapan Başbakan Binali Yıldırım ise şu değerlendirmede bulundu: “Doğrusu, Avusturya bir süreden beri izlediği ırkçı politikalar ve söylemlerle zaten Avrupa Birliği’nin genelinden ayrışmış durumda. Yeni seçilen Başbakan maalesef gelecek hedeflerini iç siyasette akılcı olmayan kararlarla inşa etmeye çalışıyor. Avrupa’nın değerleri fikir ve inanç özgürlüğüdür, hoşgörüdür. Alınan bu kararda bunların hiçbirisi
yok. Tamamen bir İslam ve din düşmanlığı var.”

Federal Şansölye Kurz’un Avusturya Hükümetinin kapatma ve sınır dışı etme Kararını temellendirirken atıfta bulunduğu yeni “İslam Yasası (Das neue Islamgesetz)” 31 Mart 2015 tarihli ve geçmişte bir örneği bulunmayan 1912 yılına ait eski Yasanın yerine çıkarılmış bulunuyor. Geçen yüzyılın başında Bosna-Hersek’in çok uluslu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na 1909’da sürekli ve kesin olarak dahil edilmesiyle birlikte Sünni Hanefi mezhebi ağırlıklı olarak bu ülkede yaşayan Müslümanlara “resmi bir statü kazandırmak” ihtiyacını karşılamak amacıyla eski İslam Yasası yapılmıştı. Bu Yasayla İslam, Avusturya’nın resmi olarak tanıdığı dinlerden biri olmuştur. Avusturya’nın o dönemdeki çok uluslu ve inançlı siyasi yapılanmasında bu durumu doğal karşılamak gerekir. Zira temel amaç Habsburg Monarşisi’ne, Müslüman Bosna-Hersek’in entegrasyonunu sağlamaktı. Nitekim çok daha önceleri İmparator I. Franz Joseph, Bosna-Hersek ilk defa 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yönetimine verildiğinde, bu ülkedeki resmi olarak kabul edilmiş bütün kilise ve dini toplulukların eşit olmaları gerektiğini ifade etmiştir.

Avusturya, yurttaşlarının bir bölümüne dini aidiyetleri üzerinden ‘farklı bir kamu hukuku statüsü rejimine’ dahil etmeye yönelik, Orta Çağ’a özgü yapılanmayı ayrımcı kararından bir an önce vazgeçmeli.

Bu beyana uygun olarak Müslümanlar için bilahare çıkarılan özel yasa, o zamanın koşulları ve hâkim yönetim paradigması bakımından İmparatorluğun birliğini ve bütünlüğünü sağlamada önemli bir işlev görmüştür. Ancak burjuva sınıfının yükselişiyle birlikte Yeni Çağ’da temelleri atılan “eşit vatandaşlık hukukuna” dayalı bir ulus devlet modelinde, belli bir dinin mensuplarına yönelik olarak böyle özel ve ayrımcı bir yasanın yeri olmasa gerekir. Nitekim diğer resmi olarak tanınmış kiliseler ve dini cemaatlerin müntesipleriyle eşit haklara sahip olabilmeleri için Müslümanları temelde ortak bir “kamu hukuku statüsüne” dahil etme amacıyla ihdas edilen eskisinden farklı olarak yeni İslam Yasasının esasına hâkim olan ruh halinin Müslümanlara yönelik “genel bir kuşku halini” içerdiği, güvensizliği teşvik ettiği ve onları potansiyel ve apriori suçlular olarak gördüğü bu bağlamda rahatlıkla ifade edilebilir. Diğer din mensuplarını değil de özel bir yasayla sadece Müslümanları yürürlükteki hukuka ve kanuna uygun hareket etmekle yükümlendiren mezkûr İslam Yasası, doğası gereği daha baştan Müslümanları “olağan suç şüphelileri” şemsiyesi altında toplamakta ve hukuka aykırı edecekleri suizannıyla onları peşinen kategorize etmektedir. Sadece Müslümanlara meri ve cari mevzuata uymaları gerektiğini hatırlatan spesifik bir yasanın kendi içerisinde barındırdığı ayrımcı ironi ve çelişki her türlü izahtan varestedir.

Avusturya Hükümetinin bu yeni Yasaya dayalı olarak almış olduğu ilk uygulama kararı maalesef bu konudaki ön endişeleri doğrulayıcı mahiyettedir. Başbakan Kurz, Kültür Dairesi ve İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan soruşturma kapsamında camilerin faaliyetlerinin yasaklanmasının ve aynı zamanda çok sayıda imamın sınır dışı edilmesinin gerekçesi olarak, bunların yeni yasaya aykırı şekilde, yurtdışından finanse edilmelerini gösteriyor. Oysa din ve vicdan özgürlüğü için öngörülen bu tür sınırlamaların insan hakları hukukunun genel ilkelerine uygun düşecek şekilde mevzuatta düzenlenmesi ve bu bağlamda din ve inançlar arasında ayrımcılık yapılmaması gerekir. Bu bağlamda dini bir cemaate dışarıdan bağışta bulunulmasının kategorik olarak yasaklanması hukuk devletlerinde söz konusu olamaz. Ancak elbette ki yapılan bağışın aleni, şeffaf ve denetime açık olması kanunla istenebilir. Bağış yasağı sadece bağışçının teröre destek amacıyla bunu yaptığı gibi meşru bir hukuki gerekçe ile temellendirilip ispat edilebiliyorsa, cezaların şahsiliği ilkesi uyarınca, sadece o bağışçı bakımından uygulanmak üzere kabul edilebilir. Ancak bu kapsamdaki bir düzenlemenin bütün inanç grupları bakımından aynı şekilde geçerli kılınması gerekir. Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarında da ortaya konulduğu üzere, din ve vicdan özgürlüğü bütün inançlara nötr bir özgürlüktür. Yani belli bir dini veya mezhebi veyahut inancı diğerlerine göre farklı muameleye tabi tutup, avantajlı veya dezavantajlı duruma getirmeye matuf kamusal işlem ve eylemler din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde meşru kabul edilebilecek, eşitlikçi ve özgürlükçü tasarruflar değildir. Bu bağlamda yeni İslam Yasası’yla Avusturya’da getirilen sınırlamalar ve bunların uygulanmasına yönelik olarak alınan son kararlar hukukun temel ilkelerine ve insan hakları hukukunun esaslarına aykırıdır. Çünkü Avusturya Pozitif Hukukunda İslam dışındaki diğer dini mabetler veya din adamları bakımından böyle özel bir yasak mevcut değildir. Bu bağlamda örneğin bir Yahudi Havrası veya Ortodoks Kilisesinin dışarıdan finanse edilmesi hukuken pekâlâ mümkündür.

Aynı işlemin İslam dininin mabedi ve din adamları bakımından özel olarak yasaklanması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hem din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 9. Maddesi’ne hem de ayrımcılık yasağına dair 14. Maddesi’ne açıkça aykırıdır. Ayrıca din ve vicdan özgürlüğü Avusturya hukukunda da bir kamu hürriyetidir ve bu nedenle dini cemaatler kendi din adamlarını özgürce belirleyebilirler. Demokratik hukuk devletlerinin bu “sivil özgürlük alanına” karışması kabul edilemez. Bu bağlamda örneğin diğer din adamları için öngörülmemesine karşın sadece imamlara yönelik olarak Almanca bilme zorunluluğu getirilmesi hukuka aykırı olacaktır.

Müslümanlar için “genel kuşku yasası” olarak da nitelendirilen yeni İslam Yasasıyla “Avusturya’nın karakterize edip şekillendirdiği”, “gençlerin radikalleşmesini önleyen” ve “entegrasyonunu kolaylaştıran” “yerli bir İslam modeli” yaratılmak istendiği kamuoyunda sıklıkla ifade edilmektedir. Oysa devletlerin bu konulara “kurucu rasyonalist” bir toplum mühendisliği anlayışıyla müdahil olması çoğunlukla beklenenin tersine sonuçlara yol açar. İnsanlar kendilerini kültürel kimlik özellikleriyle tanımlamaya meyilli varlıklardır ve din bu noktada önemli bir bileşeni oluşturmaktadır. Bir ülkedeki belli bir dine ilişkin teoloji ve pratiğin nasıl şekilleneceği, insan hakları ve insanların rızası çerçevesinde olması kaydıyla o ülkede yaşayan ilgili din mensuplarının bileceği bir iştir. Avusturya’da İslam’ın nasıl yaşanacağı, bu ülkedeki genel hukuk kurallarına ve insan haklarının evrensel kaidelerine aykırı eylemlerde bulunulmaması şartıyla bu ülkede yaşayan Türkler, Araplar, Bosnalılar ve Çeçenlerden oluşan ve birçoğu Avusturya vatandaşlığına sahip 700.000 civarındaki Müslümanın kendi iç meselesidir. Bu konulara devletin keyfe keder bir şekilde karışması İslam’a yönelik dışarıdan bir müdahaledir. Üstelik oryantalist bir mantaliteyle de maluldür. Zira bu müdahale bütün varyantlarıyla Judeo-Hıristiyan geleneği dışında kalanları ötekileştirip, toptancı, basit ve yüzeysel bir yaklaşımla kötülüğü, kendilerinin astı olarak derecelendirdikleri muhayyel bir “Doğu (Orient)” ve İslam heyulasına irca eden ve böylece kültürel üstünlük iddiasıyla yukarıdan bakarak onu şekillendirmek isteyen, küstah bir anlayışı yansıtmaktadır. Böyle hastalıklı bir bakış açısının kendisinden beklenilen sonuçları vermemesinin ötesinde diyalektik yasaları gereği muarızlarının ölçüsüz reaksiyonlarına yol açması üzerinden sosyal bütünleşmeyi önlemesi; giderek toplumsal kutuplaşma ve çatışmalara neden olması beklenen bir gelişme olacaktır.

Bütün bu değerlendirmeler sonucunda Avusturya’nın, ülkesi üzerinde yaşayan yurttaşlarının bir bölümüne dini aidiyetleri üzerinden “farklı bir kamu hukuku statüsü rejimine” dahil etmeye yönelik, Orta Çağ’a özgü tarım din imparatorluklarındaki hiyerarşik cemaatçi yapılanmayı ve tatbikatı yansıtan ayrımcı kararından bir an önce vazgeçmesi gerekiyor. Bunun için de dini aidiyetlerine bakılmaksızın bütün yurttaşlarının “kamu özgürlüklerini” teminat altına alıp, “demokratik hukuk devleti” sistemini konsolide ederek, anayasal yurttaşlığın içeriğini “insan haklarına saygı” ile “vatandaşlarının özgür rızası” bağlamında geliştirmesi ve siyasi rejimini kültürel farklılıklarıyla bütün toplumunun ortak vicdanında meşru kılması gerekiyor.

Buna karşılık Müslümanların da kendi gündelik hayatlarını giderek daha da zora sokan İslamofobik korkuların Batı’da oluşmasına zemin hazırlayan ve İslam’ın evrensel barışçıl mesajına sekte vuran selefi-cihadist terör örgütlerinin sosyolojik kaynaklarının kurutulması ile rasyonelleşme, kentlileşme, bireyselleşme, sermaye birikimi, eğitim, kadın hakları, pedagoji, çocuk psikolojisi, ulaşım ve iletişimin gelişmesi, demokrasi, kurumsallaşma, işbölümü, meslekleşme, çoğulculuk, uzmanlaşma, ticarileşme, burjuva sınıfının ortaya çıkması, girişimcilik, kuvvetler ayrılığı, teknoloji üretimi, iyi yönetişim, sanayileşme, hukuk devleti, hesap verebilirlik, denetim ve denge gibi modernleşmenin reel sosyo-ekonomik-siyasi dinamiklerini kendi iç dünyalarında hayata geçirmeyi başarabilmeleriyle ilgili konularda çok daha fazla çaba sarf etmeleri gerekiyor.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir