Görüşler

Ortadoğu’nun kolektif sorunu: Su güvensizliği

Ortadoğu’nun kolektif sorunu: Su güvensizliği

Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü’nden Ersin Güngördü, Ortadoğu’nun kadim sorunu üzerine değerlendirmede bulunuyor.

ERSİN GÜNGÖRDÜ

Eski bir Mezopotamya hikâyesidir: Erzincan’ın doğusunda dünyaya gelir Fırat, Tunceli Diyarbakır derken, deli divane dolaşır dünyada. Beşik kertmesi olduğu Dicle ise Fırat’ın tam karşı yakasında doğar. Yüzyıllardan beri aşıklardır birbirlerine, Fırat, hep hiç görmediği Dicle’sini arar. Erzincan’ın çakıltaşlı yollarından Tunceli’nin yüksek dağlarına, Malatya’nın yüksek sıcağını sırtlanır da gezer. Halini soranlara aşkın gözü kördür der…

Hikayenin sonunda kavuşurlar. Kavuşurlar kavuşmasına da, ne yazık ki Norveç sahilleri değil, yine Ortadoğu’da kavuşurlar. O yüzden bu hikaye mutlu sonla bitmez…

Dicle ve Fırat nehirleri, Türkiye’den çıktıktan sonra Suriye’yi de geçerek Irak’ta Şattülarap adında birleşirler. Sonunda aşkın saadetine kavuştuk der, 200 km boyunca da birbirlerine karışarak akarlar. Buraya kadar her şey güzel… Ancak ne yazık ki her aşkın kendince bir cilvesi var. Öyle ki bu su yolunun egemenliği, tarih boyunca gerek Osmanlı-İran, gerekse, İran-Irak arasında en  ciddi siyasi sorunlardan biri olur. Hatta, Irak’ın bu suyolunun kontrolünü ele geçirmek için 20  Eylül 1980’de İran’a saldırmasıyla iki ülke arasında savaş da çıkar. Sekiz yıl sürecek savaşın bu kısmı “ŞattülArap su yolu savaşları”, Basra körfezinde geçen kısmı da “Birinci Körfez Savaşı” olarak anılır. Bu savaşlarda yaklaşık 1 milyon kişi ölür. 2 milyon kişi ise sakat kalır…

TEHDİT MERKEZİNDE İKİ DEVLET

Modern çağda içme suyu tükenen ilk büyük kent olan Cape Town’dan sonra, Ortadoğu’nun iki önemli ülkesi olan Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri, büyük bir sorunla karşı karşıya. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Genel Müdürü Jose Graziano da Silva, 5 Nisan’da Kahire’de yaklaşık 20 devletin iştirak ettiği toplantıda, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın su kıtlığı ve çölleşme konusunda dünyanın geri kalan diğer bölgelerine oranla çok daha fazla risk taşıdığını, iklim değişikliğinin karmaşıklaştığını ve potansiyel sorunların kapıda beklediğini söyledi.

FAO’ya göre, bölgedeki tatlı su mevcudiyetinin kişi başına düşen payı dünya ortalamasının sadece yüzde 10’u kadar. Tarım ise, mevcut kaynakların yüzde 85’inden fazlasını tüketiyor. Silva, bunun gerçekten hayatî bir problem olduğunu vurgulayarak Mısır’ı da eleştirdi: “Bu bölgenin su ve arazi yönetimi konusunda iyi bir yönetişime sahip olmaması inanılır gibi değil.”

Silva, konuşmasına Mısır’ın Nil Deltası’ndaki tarım alanlarını ziyaret ettiğini ve çiftçilerin hâlâ topraklarını sulamak için yüzyıllardır kullanılan su basma tekniklerini kullandıklarını gördüğünü de ekledi.

Mısır ise, su soruna çözüm olarak pirinç ekimini azaltma kararı aldı.

Aslında bu Mısır’ın ilk su’dan sebeplerden ilk muzdaripliği de değil…

Cemal Abülnasır döneminde Mısır, bölgedeki suyu verimli kullanmak adına inşa edilecek olan Aswan Barajı’nın (‘El Aali’, Yüksek Baraj) büyük masraflarını karşılamak için, Amerika’dan, İngiltere’den ve Dünya Bankası’ndan yardım istemişti. Ancak Batılıların Mısır’dan bir talebi vardı: Doğu Bloğu’ndan silah almayacak ve devlet bütçesinin idaresinde Dünya Bankası’na olağanüstü yetkiler verecekti. Cemal Abdulnasır bunu kabul etmeyerek Süveyş kanalını millileştirdi. Bu hikayenin sonunda da 1956 Sina Savaşı çıktı. İsrail saldırısı sonrası Kahire’ye işgal eden İngiliz ve Fransız paraşütçüleri ve akabinde ABD’nin diplomasi tarihinde ilk kez İngiltere güdümünden bağımsızlaşarak Ortadoğu ağabeyliğine soyunduğu Eisenhower doktrini…

Bölgede olağanüstü su problemi çeken aktörlerden birikincisi Birleşik Arap Emirlikleri…

Dünya Ekonomik Forumu raporlarını yakından takip eden BAE İklimDeğişikliği ve Çevre Bakanı Dr Thani Al Zeyoudi de Ürdün’de farklı bir toplantıdaydı. O da aynı soruna dikkat çekerek, Orta Doğu ve Afrika’daki ülkelerin su sorunu çözmek için teknolojik yenilikler getirmek zorunda olduklarını söyledi. Konuşmasında sık sık geçen yıl suyu korumak için sert önlemler almak zorunda kalan Güney Afrika’daki Cape Town örneğini verdi. Hatta tuzdan arındırma yaparak ya da yağmur duasına çıkarak bir getiri elde edemeyeceklerini vurgulayarak özeleştiri de yaptı. Havadaki nemi suya dönüştürecek teknolojilerden ve bulut tohumlama yönteminden faydalanılması gerektiğini söyleyerek ekledi: Paris iklim anlaşması ve BM’nin sürdürülebilir kalkınma hedefleri gibi uluslararası çevresel hedeflerin yerine getirilmesi için, liderlerden destek bekliyoruz…

Dipnot: İklim değişikliği etki azaltma stratejilerine rağmen, Birleşik Arap Emirlikleri de halâ Abu Dabi’nin 50 yıl içinde tatlı su tükenmek üzere olduğunu varsayan kötü senaryolarla karşı karşıya…

SUNİ BİR ASPRİN

BAE İklim Değişikliği ve Çevre Bakanı’nın bahsettiği bulut tohumlama yöntemi ya da “yağmur bombası” bizim de tanışık olduğumuz bir yöntem. Teorik olarak gümüş iyodürü (AgI) uçaktan bulutlara fırlatılıp yağmur yağdırılması hedefleniyor. Türkiye’de kuraklığa karşı, 1989-1990 yıllarında böyle bir deneme yapmış ancak beklenilen yağışı alınamamıştı. 1994’te Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı seçilmesinden sonra uygulamadan vazgeçilse de, 2008’de Kadir Topbaş’lı Istanbul’da ABD’den kiralanan Piper PA31 T Cheynne II bulut tohumlama uçağı tekrar semalarda süzülerek yağmur yağdırma çalışmalarına girmişti. Daha sonraları bu tip kısa vadeli projeleri tedavülden kaldırdık. Gerekçemiz ise pahalı ve gerçekçi bir çözüm olmayışıydı…

SU PROBLEMİNİN GELECEĞİ

Birleşmiş Milletler’in (BM) raporunda 2050’de 5 milyar insanın temiz su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacağı belirtiliyor. Ayrıca, önlem alınmaması durumunda 2030’da dünyadaki mevcut temiz suyun insanlığın ihtiyacının yalnızca yüzde 60’ını karşılayacağına dikkat çekiliyor. Konu ile ilgili Dünya Bankası ise 2050 yılında su kaybı ve iklim değişikliğinin tetiklediği üretim verimsizlikleri nedeniyle Ortadoğu ülkeleri GSMH’larında yüzde 14, Afrika ülkelerinde yüzde 12’lik kayıpların olacağını söylüyor.

Paris iklim anlaşması gibi düzenlemelere yönelik en büyük eleştri, anlaşmaya aykırı davranan devletlere herhangi bir ceza veya yaptırımın olmaması. 2100 yılına kadar dünya sıcaklık artışını 1.5-2 santigrat dereceyle sınırlamaya yönelik tedbirler alan anlaşmanın uygulanması tamamen devletlerin iyi niyetine bırakılıyor. Ayrıca hükümet değişiklikleri, örneğin ABD’de olduğu gibi, yeni gelen yönetimin anlaşmayı uygulamakta gerekli çabayı göstermemesi ile sonuçlanabiliyor..

ABD Başkanı Trump, göreve başlamadan önce seçim vaadi olarak Paris İklim Anlaşması’ndan çekileceğini bildirmişti. Gerekçe olarak da yurt içinde enerji üretimini destekleyeceğini ve çekilmenin ABD’nin ekonomik büyümesini hızlandıracağını belirtmişti.

Dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-ki Mun’un “tarihi bir dönüm noktası” diyerek tanımladığı, Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme vakası, her yıl atmosfere ek 3 milyar ton karbondioksit salınması demek. Bugün, ABD 2100 yılına kadar küresel sıcaklığı tek başına 0.3 derece artırabilir…

Atmosfere sera gazı salınımını sınırlandıran, dolayısıyla sıcaklığı ve dünyadaki içme sularının tuzluluk oranını dolaylı yoldan etkilemeyi hedefleyen düzenlemelerden birisi de Kyoto Protokolü. Ancak burada da kapitalist üretim ilişkilerinin soğuk yüzüyle bir kez daha karşılaşılıyor. Bu protokol ise, doğayı bir pazar haline getirerek, bütün bir doğanın metalaşmasını çare olarak sunan mekanizma olarak beliriyor. Kyoto Protokolü’ne taraf olan ülkelere ‘havayı kirletme kotası’ veren bu sistem, yeteri kadar havayı kirletmeyenlere ‘temiz hava’ kredisi vererek, protokole taraf ülkelerden kendi yükümlülüğünden fazla emisyon üretenlerine, az emisyon üretmiş ülkelerden ‘temiz havayı satın almalarına’ imkanı sağlıyor.. Böylece, karbon salınımı değişmemekle beraber, modern çağda, üçüncü dünya ülkelerinin doğasına girilerek, onlara ait olan “temiz hava” da meta haline getiriliyor ve sermaye devletleri tarafından elde avuçta kalan temiz havaları da kolonileştiriliyor…

Türkiye açısından, resme geniş bakınca, Ortadoğu’da su sorunu çekecek olan devletlerin, ilerleyen dönemlerde, üretiminde bol su isteyen sebzeleri dışarıdan ithal etmek zorunda kalacakları potansiyel bir pazar eğilimi taşıdıklarını da görmek mümkün. İlk örnek ise Mısır; böyle bir durumda Mısır ya pilavdan vazgeçecek, ya da pirinç ithal alacak… Salatalık, domates, mısır, çeltik veya büyüme dönemlerinde su isteyen karpuz ve kavun... Bu ürünler dünya pazarlara oldukça açık. Dolayısıyla elimizdeki suyu tasarruflu kullanarak bölgesel işbirliklerine yönelmek, bizim milli menfaatimize.

Su sorunuyla ilgili, gelecekteki potansiyel çatışmaları önlemek için ise, şimdiden devletlerin kollarını sıvaması gerek…
Belki de mevcut diplomasi türlerine bir yenisini eklenmeli: “Su diplomasisi…”

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir