İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, 'Cumhurbaşkanına hakaret'ten tutuklanan eski AK Parti Milletvekili Hüseyin Kocabıyık'ı ziyaret eetti. Kocabıyık'ın 1999 yılında Pınarhisar Cezaevi’nin kapısında Tayyip Erdoğan için 'hukuk ve hürriyet' nöbeti tutuğunu belirterek 26 yılda yaşanan değişimi yazdı.
Stefan Zweig, Avrupa’nın intiharını ve bir medeniyetin çöküşünü anlattığı Dünün Dünyası adlı o eşsiz hatıratında, tarihin bazen ağır ağır akan bir nehir, bazen de tanıdığınız bütün kıyıları, değerleri ve insanları silip süpüren bir sel gibi ilerlediğini yazar. Zweig’a göre en büyük trajedi, bir neslin, kendi inşa ettiği değerlerin yıkımına bizzat tanıklık etmek zorunda kalmasıdır. Bizim kuşağımız, Türkiye’nin son çeyrek asrında, büyük umutlarla ve "sessiz devrimlerle" başlayan bir hikâyenin; tanıdık bir otoriterizme, kurumsallaşmış bir hukuksuzluğa ve hazin bir "şahsiyet yitimine" evrilişine tanıklık etmenin ağır yükünü taşıyor.
16 Aralık’ta, Ankara Sincan Cezaevi’nden İstanbul Çağlayan’daki nam-ı diğer "Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı"na bağlanacak olan bir sanık, bizzat Cumhurbaşkanı’nın şikâyetiyle açılan kamu davasında kendini savunacak. Teknik olarak bireysel bir ceza davası gibi görünen bu duruşma; aslında bir devrin kendi vicdanıyla, kendi geçmişiyle ve en önemlisi de milletle yaptığı "kuruluş ahdiyle" hesaplaşmasına sahne olacak.
Sanık sandalyesinde; ömrünü bu ülkenin demokratikleşme sancılarına şahitlikle geçirmiş, ortaokul sıralarında Ülkücü hareketle tanışmış, 12 Eylül’ün soğuk yüzüyle henüz 17 yaşındayken yüzleşip bir yıla yakın cezaevinde yatmış; Türkeş ve Demirel’in sofrasında bulunmuş; 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin Trabzon zaferinde Asım Aykan’ın ve sonrasında Başbakanlıklarında Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’in danışmanlığını yapmış; RefahYol’un görünmeyen mimarlarından biri olarak 28 Şubat’ın o boğucu ikliminde tekrar cezaevi bedelinin kıyısından dönmüş; 1999 yılında Pınarhisar Cezaevi’nin kapısında Tayyip Erdoğan için 'hukuk ve hürriyet' nöbeti tutmuş, AK Parti’nin kuruluş felsefesine harç taşımış, 25. ve 26. Dönem Milletvekili olarak Meclis’te görev almış eski bir yol arkadaşı, Hüseyin Kocabıyık oturacak.
Şikâyetçi koltuğunda ise kaderin en trajik ironisiyle; o gün Pınarhisar’da vesayetçi hukukun mağduru olan, bugün ise fiili kuvvetler birliği ile tahkim edilmiş "Türk Tipi" bir mutlakiyetin sahibi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iradesi var.
2001 RUHU VE "ŞAHSİYET" VAADİ
Bugün yaşanan bu trajediyi ve Kocabıyık’ın neden Sincan’da olduğunu anlamak için önce hafızamızı tazelememiz, filmi 2001 yılına geri sarmamız gerekiyor. Tayyip Erdoğan, 14 Ağustos 2001’de AK Parti’nin kuruluşunu ilan ederken yaptığı o tarihi konuşmada, Türkiye’ye yeni bir toplumsal sözleşme öneriyordu. O gün şöyle demişti:
"Bugün Türk siyaset hayatında lider oligarşisinin çöktüğü gündür. Tekelci bir anlayışa dayanan liderlik yerine, kolektif aklın temsilcisi olan bir liderlik anlayışının yerleştiği gündür."
Bu sözler, sıradan bir siyasi vaat değildi. Voltaire’den alıntı yaparak, "Görüşlerinize katılmıyorum ama onları ifade etmeniz için canımı veririm" ufkunu çizen Erdoğan, Türkiye’yi "yasaklar ülkesi" olmaktan çıkarıp "özgürlükler ülkesi" yapmayı taahhüt ediyordu. AK Parti Programı’nda özgürlükler bir lütuf değil, "insanlığın yüzyıllar boyu süren mücadelesi sonucu elde edilmiş bir kazanım" olarak tanımlanıyor; parti içi demokrasinin, lider sultasına karşı bir teminat olduğu vurgulanıyordu.
Kurucu kadronun neredeyse tamamı gibi Hüseyin Kocabıyık da, işte bu "eşitler arasında birinci" ilkesine inandığı için oradaydı. O da o dönem yanında olan birçok yol arkadaşı gibi, Erdoğan’ı ulaşılmaz bir "kurtarıcı" olarak değil; bir orkestra şefi, ortak aklın temsilcisi ve en önemlisi de "eleştirilebilir bir fani" olarak görmüş ve desteklemişti. Onun desteği, kör bir biat değil, ilkeli bir yol arkadaşlığıydı.
"DOMBRA" REJİMİ VE ŞAHSİYETİN İMHASI
Peki, "kolektif akıl" iddiasıyla yola çıkan bir hareket, nasıl oldu da bugün kendi kurucu kadrolarını, fikir işçilerini ve en eski dostlarını "hain" ilan eden bir mekanizmaya dönüştü?
Bu süreç aslında demokrasiyle kavgalı olan Cumhuriyet mitingleri iklimi, askeri vesayet ve onun güdümünde olan yargı düzeniyle mücadelenin yaşattığı travmalarla yara ala ala sürdü. Ancak özellikle 2012’den sonra, kurucu "eşitler" sırayla tasfiye edildikçe, meydanlarda yankılanan "Dombra" şarkısı ile yeni bir süreç başladı. O şarkı ve etrafında örülen atmosfer, artık "eşitler arasında birinci" olan bir lideri değil; "ulaşılamaz, sorgulanamaz ve hata yapmaz" bir lideri kutsuyordu. Gezi olaylarının toplumda yarattığı gerilim, 17-25 Aralık operasyonları ve nihayet 15 Temmuz darbe teşebbüsü ve ardından gelen OHAL rejimi ile Türkiye, tam otoriter bir evreye girdi.
Eskiden "davanın bir neferi" olduğunu söyleyen Sayın Erdoğan, zamanla "milyonların nefer olduğu" tek bir komutana dönüştürüldü. Kelimenin tam anlamıyla toplum "rütbesiz asker", kendisi ise "tek rütbeli" ilan edildi. İşte bu "kışla düzeni", siyasette "şahsiyet" sahibi olmayı, yani kendi aklıyla düşünmeyi, eleştirmeyi, gerektiğinde "Hayır" demeyi imkansız hale getirdi. Şahsiyetin yerini "kör sadakat", liyakatin yerini "kayıtsız şartsız itaat" aldı.
Hüseyin Kocabıyık’ın trajedisi tam da burada başlıyor. O, "Dombra rejiminin" talep ettiği o "rütbesiz nefer" olmayı reddedenlerden, 2001’deki "şahsiyetli siyasetçi" modelinde ısrar edenlerden. Erdoğan’a "Etrafın sarıldı, sen aslında kendine darbe yaptın" dediğinde, ona bir düşman gibi değil, uyarıcı bir dost gibi sesleniyordu. Hüseyin Kocabıyık, sistemin nimetlerini de külfetlerini de görmüş, reel politiğin içinden gelen bir isimdir. Onu bugün Sincan’a götüren süreç, kahramanlık hevesinden ziyade, haysiyetini koruma refleksinden kaynaklanmaktadır.
İDDİANAMENİN SEFALETİ VE YARGININ ARAÇSALLAŞTIRILMASI
Hüseyin Kocabıyık için hazırlanan 6 Kasım 2025 tarihli iddianame, Türk yargısındaki "hukuki nihilizmi" belgeleyen tarihi bir vesikadır. İddianamede öne sürülen "eleştiri sınırının aşıldığı", "iftira atıldığı ve "Cumhurbaşkanına hakaret edildiği" iddiaları ne ceza hukuku ilkeleriyle ne de yerleşik AİHM içtihadıyla bağdaşmaktadır.
1. "Maddi Olgu İsnadı" ile "Değer Yargısı" Ayrımı: İddianamenin en vahim hatası, siyasi eleştiriyi "iftira" (TCK 267) kapsamına sokmaya çalışmasıdır. Kocabıyık’ın "Siyasi tasfiye yapıyor", "Yargı kullanılıyor" veya "Kendine darbe yaptın" şeklindeki ifadeleri; somut bir suç isnadı değil, elbette ağır eleştiri de içeren siyasi birer analizdir. AİHM’in Tuşalp v. Türkiye kararında açıkça belirtildiği üzere, değer yargılarının doğruluğunun kanıtlanması istenemez ve bu tür ifadeler cezai yaptırıma konu edilemez. Bir siyasetçinin "İktidar yargıyı kullanıyor" demesi, belirli bir suçu isnat etmek değil, anayasal demokratik denetim ve eleştiri hakkının kullanımıdır. Savcılığın bu siyasi analizleri "iftira" sayması, siyaset yapmayı kriminalize etmektir.
2. Siyasi Tartışma Özgürlüğü ve Tipiklik İlkesinin İhlali: İddianamede hakaret sayılan "Bir iktidar sahibini düşünün, rakibinden korktuğu için..." eleştirisi, "Telef olmak" betimlemesi veya "Mandacı kim, ortaya çıktı" ironisi; muhatabın onurunu zedeleyen sövme fiilleri değil, sert siyasi eleştirilerdir. AİHM’in Lingens ve Castells kararlarında altını çizdiği üzere, siyasetçilerin eleştiriye katlanma yükümlülüğü sıradan vatandaşlardan çok daha geniştir. Handyside içtihadında da vurgulandığı üzere siyasi bir figürün politikalarına yönelik "sert, kırıcı, incitici" eleştiriler, hakaret suçunun manevi unsuru olan tahkir kastını taşımadığı gibi tipiklik koşullarını da oluşturmamaktadır.
3. TCK 299’un Siyasi Bir Susturma Aracına Dönüşmesi: Bu dava, AİHM’in Vedat Şorli v. Türkiye kararında açıkça mahkûm ettiği siyasi susturma silahına dönüşen TCK’nın 299. Madde uygulamasının tipik bir örneğidir. Mahkeme, Cumhurbaşkanına özel koruma sağlayan bu maddenin, yarattığı "caydırıcı etki" ile demokratik tartışma ortamını boğduğunu açıkça tespit etmiş ve maddenin tamamen kaldırılması gerektiğini belirtmiştir.
KUTSAL MAZLUMLUKTAN DESPOTIZME
Hüseyin Kocabıyık davası, hukuki dayanaktan yoksun olduğu kadar patolojik bir siyasi dönüşümün de sonucudur. 28 Şubat’ın, parti kapatmaların, şiir okuma cezalarının mağduru olan bu hareket, başlangıçta bu mağduriyetten haklı bir demokratik meşruiyet devşirmişti. Ancak "Mazlumun, muktedir olduğunda zalime dönüşmesi" sendromu, Fethi Açıkel’in isabetli kavramsallaştırmasıyla "Makyavelist Despotizm"e dönüştü.
Bugün iktidar, geçmiş mağduriyetlerini, bugünkü hukuksuzluklarını örtmek için bir "ahlaki üstünlük" kalkanı olarak kullanmaktadır. Kocabıyık’ın suçu (!), bu "kutsal mazlumluk" anlatısına içeriden bir sesle zarar vermektir.
Lord Acton’ın işaret ettiği o değişmez yasa, bir kez daha hükmünü icra etmiştir: "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." Bugün Cumhurbaşkanı, "Tek Parti" zihniyetini eleştirerek geldiği iktidarda, o zihniyetin en baskıcı araçlarını (siyasi yargı, susturulmuş basın, tek sesli meclis) "yerli ve milli" ambalajıyla yeniden üretmiştir.
TARIHSEL TEKERRÜR: TAIF’TEN İZMIR’E VE BUGÜNÜN TÜRKIYESINE BIR DEVIRDAIM
Tarihimiz, ne yazık ki bu yargısal trajedilerin geçit törenidir. Midhat Paşa trajedisini hatırlayalım. Osmanlı’nın ilk anayasasını (Kanun-i Esasi) yazan Midhat Paşa, bizzat o anayasayı askıya alan Sultan II. Abdülhamid’in emriyle, Yıldız Mahkemesi’nde düzmece delillerle yargılanmış ve Taif zindanlarına gönderilmişti. Midhat Paşa’nın suçu, hukuku şahıslardan üstün tutmaktı.
Ya da İstiklal Harbi’nin büyük komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı düşünelim. Cumhuriyet kurulduktan kısa bir süre sonra, "Tek Adam" yönetimine eleştiri getirdiği için "İzmir Suikastı" davasıyla ilişkilendirilerek İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılandı. Paşa’nın hatıratında anlattığı o mahkemedeki şaşkınlığı, bugün Hüseyin Kocabıyık’ın iddianamesini okurken yaşadığı şaşkınlıkla aynıdır.
Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı kitabında, iktidarın değişen konjonktüre göre aydınları nasıl bir gün "vatansever", ertesi gün "kökü dışarıda" ilan ettiğini belgeleriyle anlatır.
Bugün Türkiye’de yaşananlar, 1880’lerin, 1920’lerin, 1940’ların, 1960 sonrası Yassıada Yargılamalarının ve devamındaki sayısız hukuksuz yargılamada gördüğümüz o karanlık "siyasi yargı" geleneğinin, AK Parti eliyle 2020’lere taşınmasıdır.
Bu sebeple bugün görüşülecek dava, Hüseyin Kocabıyık’ın şahsi meselesi olmanın çok ötesindedir. Bu dava, son yıllarda kurgulanan benzer birçok dava gibi, hepimizin hukuk davasıdır.
KAZANANI OLMAYAN BIR TRAJEDI
Sayın Cumhurbaşkanı,
Bu makaleyi yazarken içimde, yaşanan hukuksuzluğun öfkesinden çok, yitirilen bir hayalin hüznü var. Bir zamanlar Türkiye’ye "İleri Demokrasi" ve "Herkesin Yurdu" olmayı vaat eden bir kadronun, bugün kendi arkadaşlarını hapsedecek kadar içine kapanması, kendi gölgesinden korkan bir "Leviathan"a dönüşmesi, trajik bir hikâyedir.
Pınarhisar’da sizi yalnız bırakmayan, o zor günlerde yanınızda "adalet" diye haykıran yol arkadaşınız, bugün sizin iktidarınızda, sizin suç duyurunuzla Sincan Cezaevi’nde.
Haberiniz var mı bilmiyorum; o gün siz Pınarhisar’dayken rahat etmeniz için Ankara’da kapıları zorluyordu Hüseyin Bey. Acaba siz de onun Sincan’daki "rahatını" hiç merak ediyor musunuz?
2001’de "Lider oligarşisi bitti" demiştiniz. Bugün ise o "zirvedeki yalnızlık" sizi de teslim aldı. Etrafınızdaki "dava arkadaşları" tasfiye edildi, yerlerini "Dombra" ritmiyle alkış tutan ve hakikati söylemeye cesaret edemeyen bir koro aldı.
Hüseyin Kocabıyık’ı dört duvar arasına hapsedebilirsiniz. Ama bilin ki o sadece Türkiye’nin demokratik geleceği için fikir beyan etti. Anayasal hakkını ve vatandaşlık görevini yerine getirdi. Onun dile getirdiği hakikatleri, Türkiye’nin hukuk ve demokrasi krizini, bugün "Tek Parti" zihniyetinin AK Parti eliyle hortlatıldığı gerçeğini hapsedemezsiniz.
Bu davanın kazananı yoktur. Hüseyin Kocabıyık hapistedir ama vicdanı hürdür; çünkü insanın değeri koşullar ne olursa olsun "doğru eylemi seçebilme" kapasitesindedir. O, doğruyu seçmiştir.
Peki ya dışarıdakiler? Suskunluğun o ağır, o boğucu konforunda, tarihe, vicdanlarına ve 2001’deki o "özgürlük ahdine" ihanet etmenin vebaliyle nasıl yaşıyorlar?
