Görüşler

Sünniliğin Türkiye sancıları üzerine

Sünniliğin Türkiye sancıları üzerine

Türkiye siyasetinde din ve mezhep eksenli söylemler ve icraatların tarihi arka planına ışık tutan İlhami Güler, Sünniliğin bir politik söylem ve icra aracı olarak işlevine mercek tutuyor. Osmanlı’nın son dönemlerinden bugüne uzanan hatta yaşanan kırılmaları ve hataları analiz ediyor.

İLHAMİ GÜLER

Politik bir kategori olarak İslam ile yaşıt, teolojik bir kategori olarak da neredeyse bin ikiyüz yaşında olan Sünnilik; yaşlı bir çınar olarak bünyesinde özellikle demografik gövdesinde bugün bir takım ciddi/yaşamsal sorunlar taşımaktadır. Aslında olup biteni aşağıdaki ayet açıkça özetlemektedir: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi/saygı duyması gerekmez mi? Siz, sizden önce kendilerine kitap verdiğimiz halklar (Yahudi-Hristiyan) gibi olmayın. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu ahlaksızdırlar.” (57/16). Sünniliğin başına gelen de budur: Vicdana, izana, idrake, iknayaitkana dayalı “iman ve ahlak” yok olmuş; taklide, alışkanlığa, geleneğe, dogmatizme/kör-inanca dayalı bir “Amentü” ve “İslam’ın Beş Şartı (İbadet/ritüel)”na dönüşmüştür. “İlmî (idrâk) hal” olmaktan çıkmış; “İnanç (dogma) hal/durum”una evrilmiştir. 

Sünniliğin oluşum/doğuş süreci içindeki politik ve teolojik sorunlara “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” adlı kitabımda değişik veçhelerden değinmiştim. Bu yazıda bugün Sünniliğin Türkiye’de içinde bulunduğu aktüel değeri üzerinde duracağım. Açıkça söylemek gerekirse, yukarıda iktibas ettiğim ayette ortaya konduğu üzere aradan geçen uzun zamandan dolayı İslam’ın iman ve ahlak değerleri hayli aşınmış ve dinsel ilişki, Amentü (inanç) ve ibadete/ritüele (İslam’ın Beş Şartı=Namaz-Oruç-Hac-Zekât-Kelime-i Şehadet) indirgenmiştir. Kalplerin katılaşması ile “İman” Allah ile canlı, sıcak, existansiyel/varoluşsal, idrake dayalı -ve zorunlu olarak amel/ahlak doğuran- duygusal değerlilik yaşantıları (saygı-korku, şükür, umut-güven-sevgi…) barındıran bir halden çıkmış; ölü, katı, kesin, kuru, dogmatik/ezber bir kanaate/kabule (inanç) dönüşmüştür.  Allah’a iman, dünyada müminlerin vicdanlarını etkileyen, onlar ile ilişki halinde olan bir “fail (Rahman)” olmaktan çıkmış; Ahirette etkin olacak olan bir faile (Rahîm) dönüşmüştür. Tanrı, ölmemiş olsa bile; unutulmuş veya tutulmuştur.  

Sünniliğin “Tasavvuf” dolayımı ile haiz olduğu “yanlış iman içeriği”, müminleri “din adamları (Mehdi-Kutup, Gavs, Veli…)” yolu ile kendilerine yabancılaştırarak “FETÖ” denen bir yapıyı doğurmuştur. Kur’an’da Yahudilere yöneltilen “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor?” (2/93) sorusu, Sünniliğin bugün Türkiye’de yaşayan bu grubu –ve diğer birçok cemaat ve tarikat- için de geçerlidir. İmanın canlı olması yetmez; istikamet/doğru iman etmek de önemlidir. Mistik bilincin kendine yabancılaşmış yanlış iman içeriği ve yanlış politik bilinci, Türkiye’yi göz göre göre tehlikeye atabilmiştir. Gelecekte de atmayacağının garantisi yoktur. 

Kur’an’da varit olduğu şekli ile düşünce, vicdan, hüküm/karar verme (irade) yerine bugün salt inanç, itaat, teslimiyet ve boyun eğmeden oluşan bir dindarlık egemen oldu. Bu dindarlık tarzı (taklit/dogmatizm) insanı/mümini küçültür, zayıflatır ve çürütür. İslam dünyasına baktığımızda, bunun tezahürünü her yerde görüyoruz. 

Siyaset olarak aktüelleşen Sünnilik ise, zayıf bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de son yirmi yıl boyunca nimetleri çoğaltıp (üretim-teknoloji) hakkaniyetle paylaşmanın/bölüşmenin mücadelesini vereceği yerde;  “Amentü” ve “ibadet (alnı secdeye gitmek)” kriterlerinden oluşan “Biz (parti)” kriteri ile devletten memuriyet ve rant devşirme peşine düştü. Yaratıkların en iyisi olmanın kriterleri olan ”İman ve salih amel” (98/7), “Amentü ve İbadet”e dönüştürüldü. Oysa iman ve ahlak kriteri “Biz” sınırlarını daha derinlere kazımıştır: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutmak için öncülük edin. Kendiniz, anne-babanız, akrabalarınız aleyhine dahi olsa, zengin-fakir demeden şahitlik yapın. Adaleti yerine getirmede nefsiniz size engel olmasın. Eğer eğip-bükülür ve hakkı söylemekten-ihkaktan kaçınırsanız, bilin ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Binaenaleyh siyaset, “devlet” gücünü; ekonomi “para” gücünü ele geçirmeyi hedefler. Devlet ve para güç odakları/kaynaklarıdır fakat bunları kullanmanın kurala bağlanması (hukuk), tanrının yeryüzüne yansıması iken; bunların kuralsızlıkları ise tağutluk ve şeytanlıktır (2/256;4/60,37/17). 

Türkiye’de Sünnilik, Şeriat (Hukuk) ve Hilafet (Siyaset) olarak ilga edildikten sonra, Tarikat-Cemaat ve son olarak da siyaset olarak arkaik formları ile geri gelmiştir. Teolojik bünyesinde bir tecdit yapılamadığı gibi; ahlaki bünyesinde de herhangi bir tebdil/tağyir yapılamamıştır. Merhum M. Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, Osmanlı çöktüğünde Türkiye’de Sünniliğin teolojik ve ahlaki sefaletini gözler önüne serer. Dini bilincin ve kalbin esaslı bir bakımı yapılamadığı için, son yirmi yılda özellikle siyaset alanında/iktidarda ortaya konan performans, Sünniliğe (dine) olan güveni hayal kırıklığına uğratmıştır. Dinin amentü ve ibadet boyutlarına, görünür kısmına (başörtüsü-sakal-sarık-cübbe…) önem verilirken; iman ve ahlak boyutu yani adalet-zulüm, helal-haram boyutu siyaset, iktisat ve hukuk alanlarında ciddi düzeyde ihmal edilmiştir. Son dönemlerde dillendirilen “Deizm”in artışı, bu hayal kırıklığının bir semptomu olsa gerektir.  

Türkiye’de politik İslamcılığın aktörleri, iki binlerden itibaren politik-ideolojik ajandalarını (dava) İmam-Hatip müfredatından aldıkları eğitime göre şekillendiriyorlar. Herhangi bir entelektüel-teolojik, yorumsal ekole göre değil.  İmam-Hatiplerde eğitim yolu ile genç kuşaklara verilen, dini eğitim, tarikat ve cemaatlerde tedavülde olan dini teoloji ve pratik üzerine, sayıları yüzün üzerinde olan İlahiyat fakülteleri ciddi analiz yapamamaktadırlar. Sayının “100”e varması, bilimsel tutku ve düşünsel meraktan dolayı değil; politik iradenin yine politik kaygısından (seçmen-istihdam) dolayıdır. Bunun sebebi, dinsel-kültürel hastalıkların-çürümenin (dekadans) uzun zamanları ve geniş kitleleri kapsaması halinde, hastalıkların teşhis ve tedavisinin, zor olmasıdır. Devrimin dini aşağılamasına (irtica) reaksiyon olarak ortaya çıkan İmam-Hatip kuşağı, bu münafereti ortadan kaldıracak yeterli bir feraset-hikmet-tolerans, performans gösteremediği gibi; aksine bir kin-hınç-nefret dili üretmiştir. 

Fıkıh tarafından belirlenen helal ve haramlar (faiz-domuz-şarap-zina…) dilden düşürülmezken; “Kitabına uydurarak” ve “Hile-i Şeriyye”ler ile nice büyük “Haram”lar işlenmektedir. Bireysel (küçük) günahlar dilden düşürülmezken; büyük (kamusal) günahlar, dindarların umurunda olmamıştır. Örneğin “Faiz”in haramlığı dillerden düşürülmezken; “Emlak Rantı” hakkında herhangi bir “Fıkıh” geliştirilemediği için, Kitabına uydurarak faizden bin kat daha “beleş” olan kârlar elde etmede müminlerin vicdanı asla ürpermemektedir. 

Son iki seçimde Tunceli’de “Komünist” bir şahsın önce bir kasabada sonra da şehir merkezinde Belediye Başkanı seçilerek “fenomen” haline gelmesi; İslam’ın metafizik (imani) değerlerine itibar etmeyip, onun ahlaki değerlerini (hakkaniyet-dürüstlük-paylaşım, üretim…) yerine getirmesinden dolayı halkın teveccühünü kazanmasıdır. Halk arasında “Hal, sâridir” diye bir söz vardır. Demek ki, İnsanların vicdani kapasitesi, iman olmadan da aktüel olabildiği gibi; diğer vicdanlar tarafından da takdir edilebiliyor. 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir