Devlet küçülmezse daha çok TÜGVA görürüz

Devletin ele geçirilecek, hâkim olunacak bir odak olarak görülmesi hastalığı başımıza onlarca çorap ördü bugüne kadar. Daha Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren takrîr-i sükûnlarla, İstiklal Mahkemeleri ve Ankara’dan dikte edilen devrimlerle toplumu zoraki şekillendirme tecrübesi devlet aygıtını Türkiye’de bütün toplumsal ve siyasal mefkûrenin, idealin, davanın projenin merkezine getirip oturttu. Eğer Cumhuriyet projesinin mukayeseli başarısı analiz edilecekse zamanın ruhuna uygunluğunun yanında bu yapısal özelliği de içeriğinin doğruluğu-yanlışlığından bağımsız olarak dikkate alınmalı.

Elbette Cumhuriyet projesi devlet merkezli örgütlenme geleneğinin başlangıç noktası değil. ‘Hakan’lardan bu yana Türk toplumu hep bir merkezî otoritenin çevresinde şekillendi, onunla göç etti, onunla yerleşti, hatta onunla din değiştirdi.

Ama merkezî otoritenin bu kadar yapısal bir hakimiyet odağına dönüşmesinin miladı cumhuriyetle başlıyor. Öyle ki Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün temel nedenlerinden biri Avrupa’daki gibi ya da 1923 sonrasında olduğu kadar merkezî bir devlet olamaması idi. Taşradaki kamu görevlilerinin, kadıların bile çalışma ofisi olarak evlerini kullandıkları, yanlarında çalıştırdıkları kişilere maaşlarını merkezden değil kendi bütçelerinden ödedikleri, okulların inşasının ve öğretmenlerin maaşlarının yerel bütçelerle karşılandığı bir devletti Osmanlı. Son dönemde İstanbul’u güçlendirme çabaları oldu ama Osmanlı’nın nefesi de zamanın sabrı da buna yetmedi.

Sonrasında ise kılık kıyafetten hangi dilde konuşulacağına, nasıl düşünülmesi gerektiğinden medeniyet tasavvuruna kadar herşeyin merkezden belirlendiği bir dönemde devlet yüzlerce yıllık geleneğin de etkisi ile toplumsal, siyasal, ekonomik hayatın merkezine yerleşti. Çevredeki tüm unsurlar da kendilerini, misyonlarını bu merkezî otorite ile olan ilgisi üzerinden tanımladı.

Aradaki süreci hızlı geçip bugüne geldiğimizde Türkiye’de siyasal aktörlerin ana hedefi de hep ‘devlet olmak’ üzerinden tanımlandı. İktidara gelenler bakanlıkları, gerçekleştirecekleri icraatlar değil yerleştirebilecekleri personel sayısı ve paylaşabilecekleri bütçe üzerinden aralarında taksim ettiler. Dışişleri Bakanlığı gibi bir ülkenin kuruluşundaki en temel beş bakanlıktan biri hem vesayetin dış politika bağlamında siyasete alan açmaması hem de personel sayısı ve bütçenin çekici gelmemesi nedeniyle daha çok prestij unsuru olarak görüldü.

Devleti ele geçirmenin en hastalıklı halini FETÖ ile gördük. Devlete yerleşmek için soru hırsızlığından rakiplerin sahte doktor raporları ile elenmesine, hâkim olunamayan devlet kurumlarının örgüte bağlı basın ve kurumlar eliyle itibarsızlaştırılmasından son kertede silah zoru ve kan dökerek kendi ülkesinin devletini neredeyse bir işgal gücü gibi kontrol etmeye varana kadar korkunç bir tecrübe yaşandı. 15 Temmuz’la geçilen badire o kadar büyüktü ki arkasından gelen birçok haksızlık da FETÖ’nün oluşturduğu tehditten başka türlü kurtulmanın mümkün olmadığı inancı ile yok sayıldı. İktidar da bu meşruiyet zemininde binlerce şirkete kayyım atadı, yüzbinlerce insanı ihraç etti, milyarlarca liralık mal varlığına el koydu.

Gelinen noktada şimdi de karşımızda AK Parti’nin gençlik teşkilatının neredeyse yerini alan TÜGVA üzerinden devlete yerleşmek için hazırlanan excel dosyalarını, referans metinlerini, kurum kurum sınıflandırılan devlete yerleşme cetvellerini tartışıyoruz. Eğer bu iddialar yalan ise yapılacak tek bir şey var. “Söz konusu iddialar tek kelime ile yalandır ve kamuya girme işlemlerinde hukuki süreçlerin dışında paralel bir süreç işlediğini savunanlarla sonuna kadar hukuk önünde hesaplaşacağız” deyip çıkarsınız. Ortada belgeler, telefon numaraları, kimlik no’lar, kurumlar var. Birisi bu belgeleri uydursa bile milyonlarca isimle ilgili bilgide en azından tutarlı veri üretmesi mümkün değil.

Bu iddiaların gerçekliği mutlaka bugün ya da yarın hukuki süreçlerle netleşecektir. Ancak görünen o ki bugüne kadar devlete yerleşme ve tüm hayatı devlet odaklı düşünme mantığının bize ödettiği bedellerden ders almamış durumdayız.

Kamu kaynaklarının üzerinde iktidara oy veren vermeyen herkesin eşit hakkı olduğu, bir göreve liyakat temelli olarak personel bulunması şartı, süreçlerin şeffaflık ve fırsat eşitliği üzerinden ilerlemesi gerektiği gibi kriterleri uzun uzun sayabiliriz. Bunların hepsi hayati ve mutlaka öncelikli olarak ele alınmalı.

Ancak Türkiye’nin ekonomik yapısında, üretim mekanizmalarında, toplumsal tahayyülünde ve siyasi hedeflemelerinde bizatihi devletin yerini sınırlamadıkça; bütün kazanımların ve kayıpların devlet merkezli gerçekleşmesinin önüne geçilmedikçe, bu ‘devlet olma’ iştihanın da önüne geçmek mümkün olmayacak. Görüyoruz ki ne tarihsel gerekçeler ne ‘çevremizde bu kadar kriz varken güçlü devlet gerekli’ tezi ne de romantik ‘devlet-i ebed müddet’ retoriği devletin topluma ödettiği maliyeti meşrulaştırmaya yetmiyor.

Güçlendirilmiş parlamenter sistemi tartışan muhalefet ve toplum nasıl olur da omuzumuzdaki bu yükten kurtulur, Ankara’yı aslî görevleri ile sınırlandırırız üzerine kafa yormazsa daha çok TÜGVA’lar görürüz. İsim değişir, gerekçe değişir, ayağımıza kendi devlet algımızla perçinlediğimiz prangalarla olduğumuz yerde döner dururuz.

YORUMLAR (34)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
34 Yorum