Hayat dediğin bir kaybetme hikâyesi

Hayat dediğin bir  kaybetme hikâyesi

Ayfer Tunç’un yeni romanı ‘Osman’ Can Yayınları etiketiyle yayımlandı. Eserinde Cumhuriyetle birlikte yaşadığı kültürel şoku üzerinden atamayan toplumu ele alan yazar, siyasetin gündelik hayatı nasıl etkilediğine de dikkati çekiyor.

SEDAT PALUT / İSTANBUL

Dünyanın bir medeniyet krizi yaşadığı uzun süredir tartışılıyor. Doğu toplumları, İslam dünyası Orta Çağ’dan sonra dünyaya iz bırakmaktan uzaklar. Batı ise tarihsel gelişimini tamamlamış bir şekilde geçmişin kaymağını yiyerek bir kenarda oturup, maddi gücünün olanaklarını kullanıyor. Coğrafi keşiflerle zenginleşen, temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra sanatla ilgilenen ve ardından kilisenin yaptıklarını sorgulayan ve dünyaya teknoloji armağan eden Batı’dan söz ediyorum. Batı, bu anlamda tamamlanmış bir bulmaca gibi. 

Peki ya bu topraklar? Bu toprakları yönetenler 18. yüzyıldan itibaren Batı’ya öykünerek hem devleti hem de toplumu değiştirmeye çalıştı. Kemal Tahir’in vurguladığı gibi devlet, batılılaşmaya çalıştıkça daha da çok geriledi. En sonunda imparatorluk çöktü. Jakoben yaklaşımın sergilendiği Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze insanların cemaat kültüründen kopamadığını, Batı’daki gibi birey yaklaşımının da bizde tam oturmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İki yüz yıldır kendinden uzaklaşan ve ama bir türlü de başkası olamayan insanların yaşadıklarını bir kaybeden olarak okumak mümkün. Bu süreçte toplum maddi anlamda değişmiş olsa da manevi gerçekliğini olumlu yönde değiştiremedi. Şimdilerde ise aileyi tartışıyoruz. Özellikle insanların bireye dönüşmeden ‘kaybolmasına’ sebep olan aileleri. 

Yakın zamanda bir ‘kaybeden’ romanı yayımlandı. Usta romancı Ayfer Tunç üçlemesini tamamladı. Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi romanlarını, yılları takip edecek şekilde ‘Osman’ ile sonlandırdı. Roman, Can Yayınları arasından çıktı. 

‘Osman’ romanı, bir barda piyanistlik yapan, gece iş çıkışı, karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun çarpması sonucu ölen ve kitaba adını veren Osman adlı bir karakterin hikayesi ile başlıyor. Kitaptaki yazar karakteri ise Osman’ın sahaflardan bulduğu birkaç defterini okuyor ve etkilenerek onun hikayesini yazmaya karar veriyor. Defterlerin içindeki mail çıktıları, günlüklerdeki isimler yazarımıza eşlik ediyor. Yazar, Osman’ın defterinden yola çıkarak, metindeki kişilerle röportaj yapıyor. Röportajlar, hacimli kitabın önemli bir kısmını kapsıyor. Romanı oldukça zenginleştiriyor. Böylece edebiyatın, yazının olanakları vesilesi ile Osman’ın hayat hikayesini farklı açılardan öğreniyoruz. Söylenilen şeyler, tıpkı hayattaki gibi birbirini tutmuyor. Yaşanılanlar ile söylenenler çelişiyor. Unutulmuş numarası yapılıyor. Ya da bilinçaltının gerçekten istemediği şeyleri ötelediğini görüyoruz bu röportajları okurken. Böylece Osman’ı, ailesini, arkadaşlarını; kısaca çevresini tanıyoruz. 

Osman, Nişantaşı’nda oturan bir ailenin üyesi. Babası oldukça narsist bir profesör. Anne erken yaşta kansere yenik düşmüş. Bunda babanın etkisinin olduğunu Osman’ın günlüklerinden öğreniyoruz. Osman, içten pazarlıklı ve hayattaki en önemli derdi para olan kardeşi ve babasıyla birlikte yaşıyor. Kardeşi Teoman, mirası düşünerek babası ile ilişkisinde her zaman bir orta yolu buluyor. Kapitalist düzene ayak uyduruyor. 90’lardan günümüze gelen sosyal durumun farkında: Ayakta kalmak için zengin ve güçlü kişilerle ilişkide olması gerekiyor. Adımları adaletin pek uğramadığı sokakları arşınlıyor. 

TUTUNAMAYANLAR CEMAATİNİN BİR ÜYESİ 

Osman ise babası tarafından hiç sevilmemiş, hor görülmüş, eleştirilmiş ve üstelik dayak yemiş birisi. Müziğe ilgi duyuyor, kendi bestelerini yapıp gitarıyla şarkı söylemek istiyor. Ama babası zorla piyano dersi aldırıyor. Fakat Osman bu dönem kuşağının önemli bir kısmı gibi kendine inanmıyor. İnanmadığı yollarda sürekli oyalanıyor. Tutunamıyor. Tutunmak da istemiyor. Ne istediğini tam olarak bilmiyor. Roman Osman’ın evden ayrılması ve babanın ölümüyle paylaşılan mirasın kahramanlara yansıması ile esas şeklini alıyor. 

Osman yukarıda ifade ettiğim gibi tutunamayanlar cemaatinin bir üyesi haline geliyor, babasından kalan mirasla birlikte. Çünkü ne devlet ne de ailesi tarafından kendini gerçekleştirmesine, tanımasına fırsat verilmiyor. Bu toplumun en önemli sorunlarından birisi olan aileyi Ayfer Tunç burada çok güzel işlemiş. Ataerkil toplumdaki baba figürü, karar alan merci olarak tıpkı devlet gibi hareket ederek ailenin diğer üyelerini pasif kılıyor. Bu aile üyelerinden topluma da birey yetişmiyor haliyle. Üyeler daha çok ergen kalıyor. Osman farklı bulmacaların doğru cevabı oluyor. Böylece bulmaca bir türlü tamamlanmıyor. Toplumun en küçük parçası olarak aile, romanda, Osman’ın kaderini ve hayatını belirleyen temel unsur. 

Osman, ait olduğu elit sınıf değerlerinin çözülmeye başladığı bir dönemin çocuğu. Tüketim toplumuna geçişle birlikte sahip oldukları değer yargıların çözüldüğü bir kuşaktan bahsediyorum. Cumhuriyetle birlikte geçiş süreci tamamlanmayan, kültürel şokunu üzerinden bir türlü atamamış toplumun sancılarını Osman üzerinden, çok başarılı bir şekilde anlatmış Ayfer Tunç. Bunu yaparken siyasetin gündelik hayatı nasıl etkilediğini başarı-çıkar ilişkisinin nelere yol açtığına dikkat çekmiş. 

Ayfer Tunç’un ifade ettiği gibi, “Bu tür ailelerde doğmuş, gençliklerini 90’larda yaşamış, iyi eğitim almasına özen gösterilmiş çocuklar bugün orta yaşa geldi. Bu kuşağın hayatlarını kurmuş, gençliklerinde hedefledikleri amaçlara ulaşmış olmaları beklenirdi.” Fakat görünen nokta kayıpların, kazançlardan daha fazla olduğu yönünde. 

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN