12 Eylül darbesi ülkenin aklını aldı

12 Eylül darbesi ülkenin aklını aldı

Ercan Kesal, 12 Eylül darbesinin Yeşilçam’ı niteliksizleştirdiğini, günümüzde ise artçı depremlerin devam ettiğini söylüyor. Kesal “Çoğunluğun beğeni ve estetik düzeyinin bu kadar yerlerde sürünmesinin, başımıza gelen onca musibetin müsebbibi 12 Eylül’dür” diyor.

ERKUT TEZERDİ

Romancı, ödüllü oyuncu ve doktor Ercan Kesal aynı zamanda Nur Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’ ile ‘Üç Maymun’ filmlerinin senaristi. Şimdi de ekranlarda  reyting rekorları kıran ‘Çukur’ dizisinde İdris Koçovalı rolüyle yer alan Kesal, üretken de bir yazar. Kesal’la İletişim Yayınları’ndan çıkan, bugüne dek verdiği röportajlardan oluşan ‘Aslında’yı konuştuk.

‘Aslında’da “Kendi yazdıklarımla olan ilişkimde aradığım şey, bir başkasında uyandıracağı etkiyi, kendimin de yaşaması ki bunu yaşıyorum…” diyorsunuz. Yani okumaktan keyif aldığınız yazılar kaleme aldığınızı söylemek mümkün mü?

Okuduklarımda aradığım şey, öncelikle sağlam ve kusursuz bir Türkçedir. Yanısıra samimiyet ve metnin içine çekip alan yalınlık, içtenlik. Yazar aynı zamanda potansiyel bir okurdur da. Okuma iştahınızı kaybettiyseniz yazmaktan da vazgeçmişsiniz demektir. Bir yazıyı kaleme almaya başladıktan hemen sonra zaten okurluğa da geçiş yaparsınız. Oyunculuk bahsi açıldığında hep örnek verdiğim bir model vardır: Oynarken, kendini ön sıradan seyreden Japon Kabuki oyuncuları gibi olmalıyız. İyi oyuncu olmanın başka koşulu yok çünkü. Kendi yazdıklarımızı da, bir başkasınınmış gibi okumalı ve öylece hizalanmalıyız. Ancak böylelikle okurla aramızdaki mesafe kalkar ve yazının bahşettiği iktidardan kurtuluruz.

Genellikle gerçek hayattan yola çıkarak yazıyorsunuz. Neden fantastik metinler kaleme almıyorsunuz? Sizin için ‘gerçek kurgudan ilginç’ mi?

Abbas Kiarostami senaryo-diyalog yazım süreçlerinde cebinde ses kayıt cihazıyla günlerce Tahran pazarında gezer, gündelik konuşmaları kaydedermiş. Tarkovski de bir gün teybine raslantısal bir diyalog kaydettiğinden ve daha sonra dinlediğinde ona her şeyin mükemmel bir mizansen ve bir ‘kayıt’ gibi geldiğinden söz eder. ‘Seslerdeki o harika tını, o olağanüstü duraklamalar…’ der. Ama her şeyin sonunda şunu söylemek zorundayız: ‘Sanatta belgesel bir otantiklik ve nesnellik olmaz. Nesnellik sanatçının nesnelliğidir, yani özneldir!’ Bir ‘anlatıcı’yım ben. Evet, gerçeğe yaslanmaktan vazgeçmiyorum. Ama, gerçeği her seferinde yeniden kurguluyorum. Başka türlü ‘anılarını anlatan adam’ olurdum. Yazdıklarımız kendimizden başkası değildir. Yazar anılarından, duyduklarından, okuduklarından, içinde kalanlardan, yani kendinden beslenen, biridir. Farklılığımız bunu nasıl anlattığımızda.

Aynı edebiyat eserini okuyanlar farklı farklı anlamlar çıkarıyorsa, dahası temayı veya mesajı bile farklı farklı anlıyorlarsa bu yazarın başarısızlığını mı gösterir?

Tam tersine. Zenginleşmeye açık, kışkırtıcı, ilham veren bir metin olduğunu gösterir. Sinemada da çok başımıza gelir bu. Film bittikten sonra yapılan söyleşilerde seyirciden bazen öyle şaşırtıcı sorular gelir, tesadüfen çekilmiş bir plan üzerine bile öylesine yorumlar, tespitler yapılır ki! Filmler çekilip seyirciye ulaştıktan sonra da gelişip, zenginleşmeye devam ediyor anlaşılan. Herkes kendi filmini çekmeyi sürdürüyor bence. Kitaplar da yazarından çıktıktan sonra yazılmaya devam ediyor sanki. İyi bir şey bu!

Kitapta sinemamızda büyük değişimler yaşamamızın en büyük nedeninin 12 Eylül darbesi olduğunu, bu nedenle Yeşilçam’ın kendisini geri çektiğini ve zamanla nitelikten arındığını söylüyorsunuz. Ancak bu ‘darbe etkisi’ 2000’li yıllarda da devam etti mi ki entelektüel yapısı sarsılmış filmler bilhassa bu dönemde ortaya çıktı?

Artçı depremler de diyebilirsiniz. Bütün darbeler lanetlenmiş eylemlerdir, lakin 12 Eylül sıradan bir askeri darbe ve bunun sonucunda iktidarın olağan bir el değiştirmesi değildi. Sosyal bir mühendislikti ve kendilerince ‘başarılı’ da oldular. Yüzlerce insanın ölümü, sürgünü, cezaevleri, idamlar, yasaklar, tutuklamalar vs... Bir kuşağı biçtiler, toplumun sağlıklı düşünme yollarını bozdular, bir ülkenin aklını aldılar tabiri caizse. Günümüzde yaşanan yönetme-yönetilme açmazlarının, demokrasi sorunlarının, sermayenin bugünkü hal ve tavrının, çoğunluğun beğeni ve estetik düzeyinin bu kadar yerlerde sürünmesinin, başımıza gelen onca musibetin müsebbibi 12 Eylül’dür…

Bir söyleşinizde “Çehov okumamışsa bir doktor eksik olabilir” demiştiniz. Peki edebiyat ve sinemaseverler kimleri okumamışsa eksik olabilir?

Meslektaşlarımı uyarmak ve bir parça eleştirmek için kullandığım bir metafordu o. Kendisini edebiyatla, sinemayla, resimle, müzikle,  hasılı sanatla tamamlamamış her birey eksiktir. Kapitalist iş bölümüyle cezalandırıldığımız, vaktimizin bize ait olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Genel olarak sanat ‘iş’ten artakalan ‘boş zamanlar’ın doldurulduğu bir eylem değil de, kendimizi gerçekleştirdiğimiz meşguliyetler olmalı... Dostoyevski okumadan tüketilen bir ömür eksik yaşanmış demektir. Bu dünyadan J. Joyce, E. Zola ya da Çehov okumadan, Tarkovski ya da Bergman ya da Kieslowski seyretmeden gitmek kişinin kendine yapacağı en ağır haksızlıktır.

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN