Görüşler

İslam anlayışının güncellenmesi dini ahlaki ve sosyal bir zorunluluk

İslam anlayışının güncellenmesi dini ahlaki ve sosyal bir zorunluluk

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran, son günlerdeki dinde tecdit tartışmalarına dair değerlendirmede bulunuyor.

Bu yazının başlığını ve içeriğini okurken Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 8 Mart’ta yaptığı konuşma vesilesiyle yaşadığım aydınlanma sonucunda yazdığım düşünülmesin. Gerek Karar gazetesinin ‘Görüşler Sayfası’ndaki yazılarımda gerek diğer yazılarım ve konuşmalarımda “mevcut din anlayışı ile yolumuza devam edemeyeceğimizi” defalarca dile getirmiştim. Yine de “İslam’ın güncellenmesi” başlığıyla oluşan gündeme dair susmak yerine görüşlerimi paylaşmak anlamlı göründü.

Yaygın bir söz vardır: Sorunu çözmek için atılacak ilk adım, ortada bir sorun olduğunu kabul etmektir. Orta Doğu’da yaşayan her insan, dinin sadece din olmadığını toplumsal hayatın diğer alanlarına da yansıdığını bilir. Bu nedenle din alanında yaşanan sorunlar, siyasal alanda da karşılık bulmaktadır.

Cumhurbaşkanı’nın 8 Mart’ta yaptığı konuşmanın toplum kesimleri üzerindeki farklı etkileri olmuştur. İslam’ın özgürlükçü, çoğulcu ve yenilikçi yorumuna yakın akademik ve entelektüel çevreler, konuşmadaki mesajlardan heyecan ve mutluluk duyarken, gelenekçi ve tutucu çevrelerde ise bir panik ve kızgınlık görülmektedir. Ülkemizde din alanında yaşanan tartışmaların sivil alanda kalması ve tarafların ilmî ve entelektüel düzlemde birbirleriyle rekabet etmeleri en doğru yoldur. İşin içine devletin girmesi devletin hangi tarafa destek verdiğinden bağımsız olarak kötü sonuçlar doğuracaktır. Ancak bir yandan da FETÖ olayında en acı örneğini gördüğümüz gibi, kendine tanınan en temel sivil özgürlükleri ve imkânları, dünyaya ve ahirete hükmeden bir “korku imparatorluğuna” dönüştürecek yapılar üretme potansiyeline sahip bir coğrafyada yaşamaktayız. Bir tarafımız “bu iş devlet meselesi değildir” derken, diğer yanımız ise “Mümin aynı delikten iki kez sokulmaz” hadisini hatırlatmaktadır.

15 Temmuz sonrasında dinî grup, tarikat ve cemaatlar eleştirel söylemlere konu olmuşlardı. Ancak aradan uzun bir zaman geçmeden tarikat ve cemaatler “nerede kalmıştık?” edasıyla dönüş yaptılar. Siyasete ve kurumlara ayar vermeye başladılar. Bu yapıların en temel özelliği kendi gündemlerine gömülü olmaları ve sosyal sezgilerinin dumura uğramış bulunmasıdır. Bu nedenle dinin özünden saydıkları eski ya da yeni görüş, düşünce ve fetvaları ısrarla savunmayı, hiçbir kınamadan korkmaksızın İslam için mücadele etmek olarak görmektedirler. Onların lügâtında “güncellemek, anlamaya çalışmak, hoş görmek, zamanın ruhunu dikkate almak,” adeta istikametten ayrılmak ve imandan taviz vermek anlamına gelmektedir.

Bu yapılarda ne yazık ki Ebu Hanife’nin, “Birisi bizimkinden daha güçlü bir delil ile gelirse, görüşümüzden vazgeçeriz.” cümlesiyle sergilediği tevazu ve hakikat konusunda esnek olmaklıktan en küçük bir eser bile görülmemektedir. Oysa gerek 15 Temmuz olayı gerek IŞİD fitnesi yaşanmışken, İslam adına konuşan dinî grup ve cemaatlerin daha sorumlu, basiretli ve anlayışlı davranmaları gerekirdi. Öyle görünüyor ki, Cumhurbaşkanının kızgınlığı biraz da bu fütursuzluğa yöneliktir. Siyasetin sağladığı toplumsal özgürlük ve imkânları bilerek ya da bilmeyerek kötüye kullanan ve infiallere yol açan söylem-eylemler ortaya koyan dinî gruplar, sosyal dokuya zarar vermektedirler. Sosyal barışı sağlamak ve sürdürmekle görevli yöneticilerin, ne kadar dinî duyarlılık taşısalar da, bu yapıların taşkınlıklarını bir sorun olarak görmeleri ve önlem almaları sadece bir “zamanlama” meselesidir.

İslam’ın güncellenmesi çağrıları yeni değildir. Gündeme güncelleme olarak düşen ancak İslam geleneğinde içtihad, tecdit, ihyâ, ıslâh kavramlarıyla adlandırılan yenilenme ve değişim modelleri mevcuttur. Her değişim bir öz ve sabiteye dayanır. Bu nedenle dinde değişim ve güncelleme, dinin asıllarına (usûlu’d-dîn) dayanır. Dinin asıllarıyla kurulan ilişkinin niteliği az konuşulan bir konudur. Eğer asıllar literal ve lafız düzeyinde okunursa, buradan selefi ihyâcılık tarzı “mümkün olduğunca dine az dokunarak” değişme fikri çıkar. Eğer “lafızların amacı ve ruhu nedir?” sorusuna dayalı bir değişim izlenirse, sadece fetvaların tarihselliği anlaşılmış olmaz daha fazlası nassların da amacına göre okunması ve yeni hükümlerin verilmesi düşüncesi belirir. Her ikisinin de gelenekte örneği bulunmaktadır.  İkincisine örnek olarak Ebu Hanife’nin istihsân yöntemi verilebilir. Kıyas ve analojinin yeterli olmadığı durumlarda örfe ve mevcut duruma göre hüküm vermek olan bu yöntem, diğer fıkıhçılar tarafından kabul edilmemiştir. Hatta Ebu Hanife, “Allah ve Resulü’nün verdiği hükme razı olmamak” ile suçlanmıştır.

Bu nedenle belirli kesimlerin “güncelleme ile ne kastedilmektedir?” çıkışlarının ardında kendi din anlayışlarını koruma duygusunun yattığı barizdir. Güncelleme tartışmaları özünde bir usûl problemidir ve teknik bir meseledir. Nitekim Cumhurbaşkanı bu konuda İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet İşlerini göreve çağırmıştır. Ancak kısa zamanda konu vülgarize olmuş, sosyal medyada dinî hamaset kokan vecizelere kurban edilmiştir. Kanımca dinî gurupların alınganlığı bir kenara bırakıp Müslümana yakışır bir anlayış ve basiretle nefislerini sigaya çekmeleri çok hayırlı olacaktır. Seküler elit çevrelerin “dinde reform” çağrılarını ve ardındaki fantezileri biliyoruz. Ancak dindarlığından şüphe etmediğimiz Sayın Cumhurbaşkanı’nın tepkilerini ve itirazlarını nasıl karşılayacaksınız? Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde muhafazakâr ve İslamcı kesimlerin pozitif ayrımcılığı doya doya yaşadığını kimse inkar edemez. Böyle bir tabloda en yüksek düzeyde sorun olarak dillendirilen bir meseleyi alınganlıkla mı savuşturacaksınız? Bunu ciddiye almayacak mısınız?

Siyasî güç elde edildiğinde sorunun çözümleneceğini, İslam dünyasında yaşanan krizin düşünsel değil de siyasî ve ekonomik olduğunu savunan bir yaklaşım daima olagelmiştir. Batı karşısında içine düşülen durum, onlara göre askerî ve kurumsal yenileşmenin başarılamamasındandır. Çözülmeden kültürü, düşünüş biçimlerini ve din anlayışını sorumlu tutmak hatalıdır. Tutucu ve muhafazakâr eğilimleri güçlü olan bu kesimler, siyasî ve ekonomik özgürlüğü yanlış anlamaktadır. İslam dünyasının yaşadığı tüm sorunları, sadece Batı/Batıl’ın baskıları ve dinî gevşeklik ile açıklayan bu zihniyetin, Müslüman nesillere sunacağı sahici bir vizyon bulunmamaktadır. Cinsiyetçi, aşırı alıngan, dar görüşlü, mutsuz ve farklı olana karşı öfkeli insanlar yetiştirerek sosyal barış için kötü senaryolar hazırlamaktadır. Bu tür dinî gruplar tarihin ve toplumun kendilerine sunduğu fırsatı teptiler. Düşünüş tarzı ve bakış açısı değişmedikçe, din-devlet-toplum ilişkilerinin de rahatlayamayacağını canlı biçimde örneklendirdiler.

''İslam geleneğinde içtihad, tecdit, ihyâ, ıslâh kavramlarıyla adlandırılan değişim modelleri mevcuttur. Her değişim bir öz ve sabiteye dayanır. Bu nedenle dinde güncelleme, dinin asıllarına dayanır.''

Kendini yenileyememiş bir dindarlık tarzı, eline geçirdiği özgürlüğü istismar edecektir. Bunu en iyi anlayacak durumda olanların başında iktidarı kullananlar gelmektedir. Pratiğin içinden bakma ve toplumsal yapıyı mümkün olan en geniş açıdan görme imkânına sahip olan yöneticiler güncelleme, tecdit ve içtihadın kaçınılmazlığını eninde sonunda fark etmektedirler. Karmaşık teorik süreçlerden değil bizzat siyasî ve toplumsal pratiğin içinden yaparak ve yaşayarak gelenlerin, değişim ve dönüşümü savunmaları reel-politik okumalarının bir sonucudur. Toplumsal ve tarihsel dönüşümler üzerinde düşünen aklı başında her insanın zorlanmadan vardığı sonuçlar şunlar olacaktır galiba;

1- Her toplumun tarihinden gelen bir kimliği vardır.

2- Değişim ve dönüşüm kaçınılmazdır.

3- Sağlıklı ve sürdürülebilir değişimler, gelecek-gelenek ilişkisinin doğru okunmasıyla mümkündür.

4- Redd-i miras türünden radikal değişimler zorlamadır ve yeni çatışmalara yol açmaktadır.

5- Düşünüş biçimleriyle ilişkilendirilmeyen ve yüzeyde yapılan değişim/güncellemelerin geleceği bulunmamaktadır.

Aslında 8 Mart tarihinde ve diğer bazı isimlerin dile getirdiği görüşlerin gelenekte yeri vardır. Bu nedenle onları eleştirirken, gerçekte neyi sorun edindiğimizi fark etmeliyiz. “Önceki âlimlerin sözlerini nakletmekten başka bir şey yapmıyoruz ki?” savunusu karşısında bir anda kendinizi gelenek ile karşı karşıya bulursunuz. Problem de burada zaten. Kitaplarda yazan her eski sözü nakletmek ilim değildir. Güncel durumu göz önünde bulundurmaksızın huşu içinde nakliyecilik yapmak, bazen kötülüklerin en büyüğüdür. Aktardığı sözün doğuracağı etkiyi hesaplayamayan birinin, aktarımda bulunması da fitne sayılmalıdır. Aktardığı şeyin nass olması bile onu kurtarmaz.

Her toplumda olduğu gibi İslam dünyasında da imanı, “sükun, sabitlik, donukluk” olarak algılayan, dahası bunu İslam’ın yegâne görüntüsü sayan çevreler bulunmaktadır. Aslında Türkiye selefi radikalizmin düşünsel sonuçlarıyla/sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalacağı bir süreçten geçmektedir. Tıpkı Batınîlik gibi selefîlik ile de düşünsel olarak ilgilenmek zorundayız. Buradaki zorluk, ülke büyük sorunlarla uğraşırken, modernist İslam’a karşı geleneksel İslam olarak kendini takdim eden grupların toplum üzerinde bir süredir biriktirdikleri etkidir. İrfan ve hikmet iddiasını taşıyan ya da iyimserlerimizin böyle tanımladığı gruplarda bile bu sert selefi söylem ve düşünceler hâkimdir. Bu kesimler arasında ilmî tartışmanın ve uzlaşının yollarını bulmak zorundayız. Kurumlarımız (İlahiyat ve Diyanet) son sözü söylemek yerine, kendi görüşünü de koruyarak tartışma ve müzakere ortamını geliştirmelidir.

Son bir not: İlahiyatçılar, bu süreçte her fırsatta kendilerini eleştiren ve hedef gösteren dinî çevrelere karşı hakkaniyetli davranılmasını savunmakla daha tutarlı, ahlâklı ve İslamî bir duruş sergilemişlerdir.

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir