Kanalıma neden hoş gelmediniz?

“Dün öğleyin 12’de kahraman ordu Çanakkale’ye girdi”, “Boğazlardaki askeri işgal bitti.”

21 Temmuz 1936 günkü gazetelerin coşkulu manşetleri okununca, bir savaştan zaferle çıkıldığı düşünebilir.

Aslında ortada bir abartı da yoktu.

Gerçekten de Türk ordusu 20 Temmuz günü saat 11.00’de denizden ve karadan Çanakkale’ye girmişti.

Orduyu şehrin girişinde ellerinde bayraklarla halk büyük bir heyecanla karşılamış, davullar çalınmış, kurbanlar kesilmişti.

Gazetelerdeki haberlere göre askerleri karşılayanlar arasında gözleri yaşlı Çanakkale gazileri de vardı. Kalabalık Çanakkale şehitliklerini olduğu bölgeyi de ziyaret etmiş, mezarlara çiçekler bırakılmış, dualar okunmuştu.

Bu arada Eskişehir’den kalkan savaş uçakları da kalabalığın üstünde gösteri uçuşları yapmıştı.

Aynı saatlerde benzer bir coşku İstanbul Üsküdar’da da yaşanmaktaydı.

Sabah saatlerinde beklenen haber gelince Anadolu yakasındaki piyadeler, topçu ve motorlu kuvvetler Üsküdar iskelesinde toplanmaya başlamış, Üsküdar meydanında askerleri binlerce İstanbullu coşkuyla karşılamıştı.

Askerler, büyük tezahüratlar arasında vapurlara binip Boğaz’ın çeşitli noktalarına kurulmuş tabyalara yerleştirildiler.

Yine törenler eşliğinde deniz kuvvetlerine bağlı Yavuz Zırhlısı, Hamidiye Kruvazörü ve askeri muhripler, Boğaz’ın Karadeniz girişine demirledi. Törenler, kutlamalar, fener alayları günlerce sürdü.

Türk ordusunun İstiklal Savaşı’ndan 15 yıl sonra 1936 yılının 20 Temmuz günü İstanbul ve Çanakkale boğazlarına yaptığı bu askeri çıkarmanın sebebi İsviçre’nin Cenevre Gölü kenarındaki bir safiye yeri Montreux’de, bir aydır görüşmeleri süren anlaşmanın imzalanma haberinin gelmesiydi.

Anlaşma haberinin duyulmasıyla Ankara’da da halk meydanlara dökülmüş, kutlamalar yapılmış, tatilde olan Meclis acil olarak toplanmış, Çanakkale şehitleri için saygı duruşuyla başlayan özel oturumda milletvekilleri anlaşma için hükümeti tebrik etmiş, Çanakkale’ye şehitler için dev bir anıtın dikilmesini önermişlerdi. O günlerde “Montrö zaferinden evvel ve sonra Çanakkale” konulu bir film çekilerek sinemalarda gösterilmiş, Semiha Hanım da anlaşma için bir şarkı yapmıştı.

Montreux’nün nasıl bir heyecan yarattığını anlaşmayı kutlayan Ankara’daki kalabalığa hitap eden tarihçi Enver Behnan Şapolyo’nun coşkulu konuşması iyi anlatıyor:

“Bu anda yeni bir zaferi kutlamak üzere ayaktayız. Lozan’dan sonra Montrö. Sevineceğiz, coşacağız, bayramlaşacağız, çünkü boğazlara bizimdir. Şu dakika Türk askerleri yürü emrini almış bulunuyor. Askerler alay alay, takım takım yürüyor, yürüyor… Boğazdan esen bir rüzgâr, Türk bayrağını okşayarak dalgalandırıyor, selamlıyor. Anadolu durmadan yürüyor, o boğazlara, boğazlar ona yaklaşıyor… 20 Temmuzda kazandığımız Montrö zaferi ulusal bayramımızdır. Onu Atatürk başta biz kazandık. Sevinin analar! Coşun kardeşler! Varolsun en büyüğümüz Atatürk! Hep bağırın: Boğazlar bizimdir, Türkündür!”

Montreux’nün ne olduğu bugünlerde zaten çokça yazıldı.

Kısaca tekrar etmek gerekirse; bundan 13 yıl önce Montreux’nün yakınlarındaki Lozan’da imzalanan barış anlaşmasıyla Boğazlar meselesi Türkiye’nin istediği gibi çözülememiş, Boğazlar’dan geçişler Milletler Cemiyeti kontrolünde uluslararası bir komisyona bırakılmış, Türkiye’nin Boğazlar’da asker bulundurmasına da izin verilmemişti.

Türkiye, 1930’lardan itibaren bu duruma itiraz etmeye başladı. Ama dünyada savaş tamtamları yükselene kadar kimse Ankara’nın anlaşmayı yeniden gözden geçirme çağrısıyla ilgilenmedi.

Nihayet 30’ların başında silahlanma yarışı başladı. 1933’te İtalya Habeşistan’a saldırdı, Ege’de Türkiye’ye yakın 15 büyük adayı ele geçirdi. Almanya Versay Anlaşması’na aykırı olarak Ren bölgesini silahlandırdı. Japonya Milletler Cemiyeti’nden çekildi. Bu arada tedirgin olan Sovyetler de Boğazlar’ı güvence altına almak için Türkiye’yi sıkıştırmaya başladı.

Bu ortamda artık boğazların güvenliğini Milletler Cemiyeti’nin koruması mümkün değildi. Bu üç faşist rejimin saldırgan politikalarına karşı İngiltere ve Fransa’nın teşvikiyle Türkiye’nin, Boğazlar meselesini görüşmek için Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamış ülkelere gönderdiği nota kabul gördü.

İtalya haricinde SSCB, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya, Fransa, İngiltere’nin katılımıyla konferans 22 Haziran 1936’da Montreux’de başladı ve bir ay sonra da 20 Temmuz 1936’da anlaşma imzalandı.

Anlaşmanın özeti, Boğazların hakimiyetinin çöken Milletler Cemiyeti’nden alınıp, bu çatışmalarda tarafsız kalması beklenen Türkiye’ye verilmesiydi.

Anlaşmayla Türkiye boğazların her iki yakasını silahlandırmak, buralarda asker bulundurmak hakkına sahip oldu. Boğazlar Komisyonu kaldırıldı, ticari gemilerinin geçişine tam serbestlik verilirken, savaş gemilerinin geçişine ise sınırlamalar kondu. Bir savaş halinde, eğer Türkiye o savaşın tarafı değilse Boğazlar savaş gemilerine kapatıldı, eğer Türkiye savaşın bir tarafıysa bu karar Türkiye’ye bırakıldı.

Yani aslında Türkiye, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın egemenliğini ancak 1936 yılında, Montreux Anlaşması’yla kazandı.

O yüzden bugünlerde Kanal İstanbul’u savunmak için, herhalde biraz da adı “Montreux” olduğundan, anlaşmadan “aleyhimize yapılmış bir gavur işi” gibi bahsedilmesi hem büyük yanlış hem de fena halde ayıp oluyor.

Üstelik, Türkiye 1994’de boğazlardan ticari geçişleri güvenlik ve deniz trafiği açısından düzenleyen Boğazlar Tüzüğü’nü çıkararak Montreux’deki haklarını ilerletti. 1996 ve 2002’de yeni tüzüklerle bu denetim ve kontrol yetkileri artırıldı. 2003’den beri de Rusya’nın tepkisine rağmen Boğazlarda radar destekli Türk Boğazları Gemi Trafik Hizmetleri Sistemi devrede.

Yani ortada acilen çözüm bulunulması gereken, tehlike arz eden bir durum, ufuklarda bir savaş ihtimali yok. Boğaz’dan geçen gemi sayısı, tonajları artsa da her yıl azalıyor. Zaten Montreux’den kaynaklı Boğazlardan ücretsiz geçiş hakları olan ticaret gemilerini zorla özel kanalımızdan geçirmek de mümkün değil.

Bu durumda Kanal İstanbul projesini Montreux’ye meydan okumaya çevirmek, ülkenin başındaki belaları, başka ülkelerin hasmane tutumlarını artırmaktan başka bir işe yaramaz.

Belki iktidarın Montreux’yü tarihteki yerine geri bırakıp ilk yapması gereken, 2011 genel seçimlerinden önce çılgın proje olarak açıkladıklarında epey sükse yapmış bu projenin, 2019 yılında tekrar tozlu raflardan masaya getirildiğinde neden bu kadar tepki aldığı üzerinde düşünmek olmalı.

2011’de milli geliri, büyüme oranı bugünkünden daha yüksek, enflasyonu bugünden daha düşük, insanların geleceğe ümitle baktığı bir Türkiye’de “olur mu acaba” diye bakılan bir proje, bugün milli geliri düşmüş, fakirleşen, büyüme oranı sıfırlarda dolaşan, gelecek endişesinin arttığı bir ülkede israf, lüks olarak görülüyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptırdığı anketlere bakılırsa, sadece muhalif kesimlerde değil, iktidarı destekleyen çevreler de böyle görenlerin oranı hayli yüksek, “şimdi ne lüzumu vardı” hissi ortak bir his.

Bu ortak tepkinin oluşmasında ekonomiden sonra özellikle bu sekiz yılda İstanbul’da yaşanan inşaat çılgınlığı, betona, kamyona duyulan tepki, yeşil alanların hızla azalması karşısında artan duyarlılığın da etkisi büyük. Toplum da 2011’deki toplum değil artık.

Öyle olunca da bu belediyecilik anlayışına karşı daha yeni seçilmiş İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Kanal İstanbul’la ilgili sıraladığı riskler, Türkiye’yi çirkinleştiren TOKİ’de, Erdoğan Bayraktar’ın başkanlığı sırasında yıllarca yöneticilik yapmış, sonra onun bakanlığı sırasında inşaat ekonomisinin kalbi olan Emlak Konut’un genel müdürü olmuş, atanmış Çevre ve Şehircilik Bakanı tarafından giderilemiyor.

Bakan’ın “O bölgede bir arazi takasına, arazi rantına müsaade etmeyiz, hiçbir projede de etmedik” açıklamasını da arşivlerden hemen karşınıza çıkan 2018 yılına ait iki haber pek doğrulamıyor:

“Kanal İstanbul projesi açıklandığından beri gayrimenkul sektöründeki hareketlilik durmuyor. Vatandaş güzergah üzerinde hem yatırım hem de oturum amaçlı konut ararken, firmalar da proje yarışına girdi. Emlak Konut GYO Genel Müdürü Murat Kurum, "Sadece İstanbul’a değil ülke ekonomisine de çok büyük faydası olacak mega bir proje olan Kanal İstanbul güzergâhında, Emlak Konut’un 33 projesi yer alırken yine bölge üzerinde çok önemli arsa portföyümüzle birlikte yatırımlarımıza devam edeceğiz."

https://www.sabah.com.tr/ekonomi/2018/02/26/kanal-istanbulu-dunya-yakindan-izliyor

“Emlak Konut GYO Yönetim Kurulu Başkanı Ertan Yetim, Katarlı yatırımcılarla Kanal İstanbul'u ve bu bölgede yer alan portföylerindeki arsalarla ilgili görüştüklerini belirterek, " Özellikle Kanal İstanbul projesi burada büyük bir heyecan oluşturmuş durumda. Bu ilgiyi burada yakinen görme imkanımız oldu. Katar'ın Emlak Konut ölçeğindeki şirketi ile yaptığımız görüşmelerde kendilerinin projelerimize yakından ilgili olduklarını gördük ve onları Türkiye'ye davet ettik. Bir çalışma grubu oluşturup birlikte neler yapabileceğimize bakmak istiyoruz. Kanal İstanbul civarındaki arsalarımızla ilgili bir bilgi paylaşımında bulunduk. Kanal İstanbul güzergahı üstünde Arnavutköy-Dursunköy'de 3,6 milyon metrekare, Küçükçekmece'deki Bizim Mahalle projemizin ihale edilmemiş 450 bin metrekarelik bölümü, Başakşehir-Hoşdere'deki 340 bin metrekarelik alan ve son olarak Başakşehir-İkitelli-Ayazma-Kayabaşı bölgesindeki 240 bin metrekarelik arsalarımız yer alıyor. Toplamda 4,6 milyon metrekareye tekabül eden bu arsalar üzerinde neler yapabileceğimizi Katarlı yatırımcılarla görüşeceğiz."

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kanal-istanbul-katarda-buyuk-heyecan-olusturdu/1034313

Henüz kazma dahi vurulmamış Kanal İstanbul’a bugüne kadar yapılmış yatırımlar, kanal yapılacakmış gibi satılmış/alınmış, yurtdışına doğrudan devlet tarafından pazarlanmış arsalar, başlamış konut inşaatları bu kadar tepkiye rağmen neden projede ısrar edildiği hakkında bir fikir veriyor.

Bir de üstüne ülkenin coğrafyasını değiştirecek bir projeye karşı yükselen eleştirilere “Siz isteseniz istemeseniz de yapacağız” diye cevap verilince, bu siyasi tartışmaya Valilik, AFAD bodoslama sokulunca da sadece proje değil, ülkedeki demokrasinin hali, hızla parti-devlet sistemine doğru savruluş da endişeye neden oluyor.

Muhafazakar bir iktidarın neredeyse Mephisto’nun atıl halde duran doğaya hükmetme tahriklerine kapılan Faust’unkine benzer bir azimle, Allah’ın bahşettiği Boğaz’la yetinmeyip, koca bir coğrafyayı tümüyle alt üst etme pahasına, ikincisine tamahına ise hiç gelemedik.

Yine de “Kanalıma neden hoş gelmediler” diye merak eden varsa, bazı cevapları herhalde vermiş olduk.

Daha fazlası için Karar Tv Youtube kanalımıza abone olup, videolarımıza like atmayı lütfen unutmayın...

Kaynak:

Montreux Anlaşması’na verilen tepkilerle ilgili yazıda kullanılan bilgiler ve daha fazlası için bknz. Prof. Dr. Hakan Uzun’un Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin Yankıları makalesi

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/2216/23015.pdf



YORUMLAR (75)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
75 Yorum