Adaletsizliğe isyan Güney Korelilere nasip oldu

Adaletsizliğe isyan Güney Korelilere nasip oldu

Dünyanın gündemine oturan Squid Game, Güney Kore’nin enformasyon toplumu olma yolunda insan kaynağına yaptığı yatırımın karşılığını alıyor. Giderek büyüyen gelir adaletsizliğine karşı nitelikli ve incelikli şekilde ses yükseltmek, akıllıca bir muhalefet dili kurmak ise Güney Koreli düşünürlere, sanatçılara nasip oluyor. Bu yüzden Squid Game dizisi, tıpkı Snow Piercer ve Parasite gibi tarihe geçecek bir Güney Kore yapımı olmaya aday.

SALİH CENAP BAYDAR

Dünyanın gündemine oturan Squid Game dizisi, son yıllarda büyük ilgi gören Snowpiercer (2013), Shoplifters(2018), Joker(2019), The Platform (2019), Parasite (2019) ve Beyaz Kaplan(2021) gibi filmlerle ve %3 (2016) Alice in Borderland (2020) dizileriyle oldukça benzer bir tema üzerine çekilmiş: Gelir dağılımındaki dengesizliğin gittikçe arttığı bir dünyada kendini güçsüz, amaçsız ve çaresiz hisseden, iyice köşeye sıkışmış, fakir, istismar edilmiş, sosyal olarak dışlanmış insanların öfkelerini önce birbirlerine sonra üst sınıf mensuplarına yöneltmeleri.

Bu yazıda dizinin bazı öne çıkan karakterlerini, dizide açık ve üstü örtülü olarak verilen mesajları, yapılan göndermeleri analiz etmeye çalışacağız.

Hikâyenin Odağındaki Kahraman: Seong Gi-Hun

Dizinin ana kahramanı Seong Gi-Hun, daha sonra oyuna katılacak diğer kişiler gibi bir “looser”. Gençlik yılları geride kalmış, işini kaybetmiş, eşinden boşanmış, annesinin evine sığınmış, kendini alkol ve kumara vurmuş, çok sevdiği kızına bir doğum günü hediyesi alabilmek için ihtiyar annesinden çaldığı parayı bile at yarışına yatıracak kadar düşmüş biri.

Görülen o ki ne öne çıkan bir bilgi veya becerisi ne de bir iş kurabilecek sermayesi var. Belli bir cemaate de mensup değil. Vasıfsız ve yalnız. Bütün bunların birleşmesiyle sefil bir hayat sürdürüyor. Hayatını sürdürebilmek için ya çalıyor ya da borçlanıyor. Geleceğe dair tek ümidi şans oyunlarından para kazanmak.

Prangaya Dönüşen Borçlar

Gi-Hun -tıpkı diğer oyuncular gibi- gırtlağına kadar borca batmış vaziyette.

Borçlu olma hâli, dizide son derece önemli bir motif. Oyuncuların hepsi bankalardan, tefecilerden, mafyadan ödeyemeyecekleri miktarlarda borç almış tipler. O borçların vadesi dolup, ödenme zamanı gelince çaresizce başlarına gelecek olanı (dayak, istismar, işkence, kölelik, ölüm) bekliyorlar.

Hayatlarını kazanacakları imkânlar, meşru yollar, birer birer ortadan kalkmış. Asgari seviyede de olsa hayatlarını sürdürmek için borçlanmaktan, borçlarını başka borçlar alarak kapatmaktan ya da gayrimeşru işlere bulaşmaktan başka çareleri kalmamış.

Dizinin kahramanları o kadar çaresizler ki, borçlarına karşılık verecek bir şeyleri kalmayınca artık organlarıyla, hatta canlarıyla kumar oynamaya başlıyorlar.

Aldıkları krediler, borçlar, onları gittikçe nesneleştiriyor. Borç verenin malı, oyuncağı haline getiriyor. İradelerini ellerinden alarak köleleştiriyor.

Dizinin ilk bölümünün (ve dizideki ilk oyunun) adı “Red Light, Green Light” (Kırmızı Işık, Yeşil Işık). Oyuncuların sürekli tarassut altında olduğu, hep kıpırdanışlarının izlendiği, sadece “sistem” yeşil ışık yaktığı zaman ve sadece sistemin müsaade ettiği ölçüde hareket edebildikleri, bunun dışında en ufak hamlelerinin bile hayatlarına mal olduğu bir oyun bu. Tıpkı halihazırda sürdürdükleri hayat gibi...

Büyüyen İşsizlik

Tüm dünyada teknolojik gelişmelerin getirdiği yenilikler, vasıfsız iş gücüne olana ihtiyacı hızla azaltıyor.

Üç boyutlu yazıcıların inanılmaz bir sürat ve kalitede yaptıkları inşaatlar için çok sayıda ameleye, inşaat ustasına, formene, -hatta mühendise bile- artık lüzum bulunmuyor.

Bir endüstriyel robotun yorulmadan, dinlenmeye, mola vermeye ihtiyaç duymadan sıfır hatayla ve bir insanın asla sağlayamayacağı bir hızla yaptığı rutin işler için otomotivde artık insan işçilere ihtiyaç kalmıyor.

Gi-hun’un bir otomobil fabrikasında çalışırken işten çıkarıldığını, hatta işçi sendikasının düzenlediği protesto eylemleri esnasında çıkan bir çatışmada bir arkadaşının onun kucağında can verdiğini öğreniyoruz.

Dizinin yazarı ve yönetmeni Hwang Dong-hyuk senaryonun bu kısmını, polisin büyük şiddetle müdahale ettiği 2009 Ssanyong Motors fabrika grevi esnasında yaşananlardan aldığı ilhamla yazdığını söylüyor.

Kore’nin dışarıya sunduğu parlak imajıyla maskelediği, kanayan yaraları var.

İşçi eylemleri zaman zaman ölçüsüzleşen bir polis şiddetiyle bastırılıyor. Güney Kore’nin en büyük işçi sendikası konfederasyonu olan Kore Konfederasyonu İşçi Sendikaları’nın (KCTU) başkanı Yang Kyung-soo, 2 Eylül 2021’de, düzenlediği protesto gösterisiyle Covid-19 sosyal mesafe tedbirlerini ihlal ettiği gerekçesiyle tutuklandı. 3 Temmuz’da Seul’da yapılan izinsiz protesto yürüyüşüne sekiz bin civarında kişi katılmış, bunların içinden sadece üç kişinin Covid-19 testi pozitif çıkmıştı. Tabi en çarpıcı bilgi, Yang Kyung-soo’nun art arda tutuklanan 13. KCTU başkanı olması!

Gerçek Hayatın Simülasyonları Olan Oyunlar Başlıyor

İşsiz kalan Gi-hun için, sefalet içinde bir hayata razı olup, ömrünü kuryelik, tezgahtarlık, şoförlük gibi çok çalışıp az para kazanabileceği geçici işlerin peşinde tüketmekten başka çıkar yol kalmamışken garip bir yolla, garip bir oyun teklifi geliyor.

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan Gi-hun, bu aslında hayatı pahasına oynadığı bir tür kumardan başka bir şey olmayan oyun teklifini kabul ediyor.

Zaten normal hayatta da varmış olduğu nokta ona daha parlak bir alternatif sunmuyor!

Gi-hun’un ağzından, kendisiyle aynı liseden mezun olduğu halde prestijli Seul üniversitesini kazanan çocukluk arkadaşı Sang-woo’ya, “Ben yavaş ve yetersizdim ama işte sen de benimle beraber buradasın. İlginç değil mi?” diye sorduran senaristin verdiği mesaj açık: Ödenemeyecek borçlar altına girmek, akıllı-akılsız, becerikli-beceriksiz, başarılı-başarısız demeden herkesi zillette eşitliyor.

Kuzey Kore’den kaçak bir mülteci olarak gelen Kang Sae-byeok da Pakistan’dan kaçak işçi olarak gelen Abdul Ali de hep içine düştükleri derin ekonomik zorlukların, ödeme güçlüklerini neticesinde oradalar. Hepsi borçlarından mamul prangalarla yaşıyorlar.

Oyuncuların oyundan kendi iradeleriyle ayrıldıktan sonra, artık oyunun mahiyetini ve kendilerini muhtemelen kanlı bir sonun beklediğini tam olarak anlamış olmalarına rağmen oyuna geri dönmeleri çok çarpıcı. Dönüyorlar, çünkü -oyunun sevimli karakterlerinden Ji-yeong’a da söyletildiği gibi- oradan çıktıklarında yapacakları bir şey, gidecekleri bir yer yok.

İşsizlik, kötü çalışma şartları, ekonomik eşitsizlikler, düşük ücretler, sıkı çalışmanın bile fakirlikten kurtuluş yolunu açmaması gibi sosyoekonomik sorunlarla boğuşan Koreli gençler arasında özellikle 2015 yılından sonra popülerlik kazanan “Hell Joseon” (Kore cehennemi) ifadesi, 2019’dan sonra yerini “Tal-Jo” (Kore cehenneminden kaçın) tabirine bırakmış. Kore’de 2019 yılında, 19-34 yaş arası beş bin genç üzerinde yapılan bir ankete göre, kadınların %79’u, erkeklerin %72’si, dışarıdan ışıl ışıl bir başarı hikayesi yazmış gibi görünen Güney Kore’den kaçıp kurtulmak istiyor.

Dizide oyuncuların tekrar oyuna dönmeye karar verdikleri ikinci bölümünün adı “Hell” yani cehennem. Bu da açıkça “Hell Joseon” ibaresine bir gönderme…

Nesneleştirilen insanlar

Aşırı borçlandırılan insanların nasıl köleleşip özne niteliklerini kaybettiklerinin, nesneleştiklerinin, pasifize edildiklerinin, “şeyleştiklerinin” (reification) ince düşünülmüş bir sembolü de kalantor VIP’lerin bir sehpa, bir vazo, bir süs eşyası gibi kullandıkları, sanat eseri gibi boyanmış çıplak kadın ve erkekler.

Aslında oyun sahnesindeki pembe tulumlu ve maskeli hizmetçiler de askerler de onların yöneticileri de iradeleri para karşılığı ellerinden alınmış, nesneleştirilmiş insanlar. Özne olma niteliklerini kaybetmişler. Mesela hiçbiri açıkça cinayet işliyor olmayı mesele etmiyor, bir sorgulama, vicdani bir itiraz geliştiremiyor. Adeta robotlaşmışlar. Taktıkları maskeler de hem kimliksizleşmelerine hem kişiliksizleşmelerine yol açıyor. Hizmetçiler ve askerlerin yanısıra oyuncular da “isimsizler”. Hepsi birer numaraya indirgenmiş bulunuyor. Ancak ismini bildiğimiz ya da ilerleyen süreçte öğrendiğimiz karakterler insanı bir vasıf kazanıyor. Bir numaradan bir isme terfi edemeyen karakterler seyirci için bile dolgu malzemesi vazifesi görüyor.

kultur1.jpg

Rekabette Adalet

Dizinin beşinci bölümünün adı “A Fair World” (Âdil Bir Dünya). Hemen her şeyin adaletsizlik üzerine kurgulandığı bir senaryodaki tezatlara (oxymoron) dikkat çekmek için seçilmiş bir isim.

Oyuncuları seçen “takım elbiseliler” normalde kaybedenin tokat yediği geleneksel Kore çocuk oyunu “Ddakji’nin” kuralını değiştiriyorlar. Kaybettiği zaman tokatladıkları kişiye, kazandığı zaman kendilerine tokat atma hakkını vermiyor, bunun yerine para teklif ediyorlar. Oyuncu da çaresizlikten bunu kabul ediyor, hatta bu yolla para kazanabildiğine memnun bile oluyor.

Aslında bu daha sonra oynanacak “esas oyunun” mahiyetini gösteriyor: Oyuncular, ön eleme oyununda kazandıkları zaman, başarısız oldukça kendilerini döven “rakiplerine” tokat atamadıkları gibi, esas oyunda da kazandıkları zaman -kaybedenleri acımasızca katleden- “rakiplerini” öldüremiyor, bırakın öldürmeyi, yaptıklarının hesabını bile soramıyorlar. Yüklü bir tazminatı alıp bütün cinayetleri unutmaya razı oluyorlar.

Oyunlarda adâlet, tüm oyuncuların eşit muamele görmesini, kazananların aynı ödülü, kaybedenlerin aynı cezayı almasını gerektirir. Fakat oyunu oynayanlar arasındaki güç farkı daha en baştan adaletsiz bir durum yaratıyor. Sonradan oyuncuların arasında karışmış bir V.I.P. olduğunu anlayacağımız 001 numaralı ihtiyar oyuncu Oh Il-nam, “kırmızı ışık, yeşil ışık” oyunundaki dev bebeğin gözündeki kameralar tarafından takip edilmiyor. Yani hareket etse bile kaybetmemesi garanti edilmiş. Bunun da dışında, oyunun “sahipleri” zaten oyunda kendilerini (maskeler, üniformalar, maşa olarak kullandıkları adamlar ardında) görünmez kılıp, en azından diğer katılımcılar arasında bir adalet sağladıkları illüzyonunu oluşturmaya çalışıyorlar.

Fakat “oyun içinde oyun” kuran “ara yöneticiler” o sahte adalet hissini bile berhava edecek usulsüzlüklere imza atıyor, sonraki oyunun ne olduğu bilgisini kendileri ile iş birliği yapan bazı oyunculara sızdırarak (insider trading) rekabet şartlarını bozuyorlar.

Sonunda kaybedenleri vahşi ölümlerin beklediği oyunların hiç de karmaşık, üstün zekâ ve beceriler gerektiren oyunlar olmaması dikkat çekici. Kımıldamadan durabilme, halat çekme, misket gibi beş altı yaşında çocukların bile oynayabileceği basit oyunlar oynatılıyor. Burada da oyuncuların vasıfsızlığına ve çok da bir şey bilmeden oyuna dâhil olunabilen eski güzel günler nostaljisine bir gönderme var.

Doğa Durumu

“Doğa durumu” (state of nature) kavramına -hem siyaset hem de ahlak felsefesinde- insanlığın toplum ya da medeniyet öncesindeki durumuna işaret etmek için başvurulur.

İnsanlar birlikte yaşamaya başladıkları andan itibaren bir takım sözlü ya da yazılı toplumsal kurallara uyarlar.

Acaba bu kuralların henüz teşekkül etmediği, mutasavver bir zaman ve mekânda insanlar nasıl olurlardı, aralarında “doğal” olarak nasıl bir hukuk olurdu, doğa durumunda insanlar kendilerini eşit sayarlar mıydı, herkesin doğuştan getirdiği birtakım hakları olduğunu kabul ederler miydi, akıl ya da fayda temelli bir “doğal düzen” kendiliğinden kurulur muydu yoksa “doğal durum” hayvanların dünyasında olduğu gibi güçlü olanın zayıf olanı yok ettiği karanlık, vahşi bir hal mi olurdu gibi sorulara özellikle Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant gibi 16, 17 ve 18. asırların önde gelen filozoflarının aradığı cevaplar mühimdir.

Tabii olan (physei) ile insanın koymuş olduğu (thesei) kurallar arasındaki karşıtlık, sırasıyla doğal hukuk ile pozitif hukuk biçiminde ortaya konulur.

Squid Game’de toplumsal kuralların ve otoritenin ortadan kalktığı (yani doğa durumuna dönüldüğü) bir ortamda neler olurdu sorusuna Hobbes’ci perspektifle Locke’ci perspektif çarpıştırılarak cevap aranıyor.

Hobbes, doğa durumunu umutsuz, karanlık, kaotik, sürekli bir ölüm korkusunun hemen her şeyi belirlediği bir durum olarak görür. Ona göre insanlar tabiatları itibarıyla eşittir ama birden fazla insan aynı şeyi istediğinde bu eşitlik, bir düşmanlık, kavga ve sürekli bir güvensizlik hissi yaratır. Herkes herkesle savaş halindedir. İnsanlar çıkarları uğruna rakiplerini yok etmeye ya da birbirlerine tahakküm etmeye çalışırlar. Hobbes’un meşhur sözü “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) bu vaziyeti özetler. Ona göre insan bu karanlıktan, aklıyla yapacağı yasalarla kurtulmaya çalışmalıdır. Amaç “doğa durumundan” mümkün olduğunca uzaklaşmak olmalıdır.

John Locke için “doğa durumu” bir özgürlük ve eşitlik durumudur ama özgürlükler sınırsız değildir. Onları kısıtlayan (insanlar tarafından yapılmamış) “doğal bir kanun” vardır. Akıl sahibi olan insan, hiç kimsenin başkasının hayatına, sağlığına, özgürlüğüne ya da sahip olduklarına zarar vermemesi gerektiğini “tabiatı itibarıyla” bilir. Locke’a göre bu, “tüm insanlığın kalbinde açık bir şekilde yazılıdır”. İnsanın fıtratına (yani aklına, tabiatına) uygun yaşaması, barışı, iyi ilişkileri, güven içinde yaşamayı, mülkiyetin korunmasını, kısacası mutluluğu getirir. İnsanın yapması gereken, kanunlarını “doğal duruma” uygun şekilde tanzim etmektir.

Oyuncuların -önce can korkusuyla, sonra ödülü elde etmek için- birbirlerini acımaksızın öldürmeye başlamaları diziyi Hobbes’ci çizgiye çekse de baş kahramanın her şeye rağmen vicdanlı bir adam olması, ihtiyar adamı ve fiziksel açıdan dezavantajlı sayılan kadınları takımına alması, elinden geldiğince onları korumaya çalışması, beynindeki tümörden dolayı hatırlama güçlüğü çekiyormuş gibi yapan ihtiyarı aldatırken bile (vicdanen ne kadar rahatsız olduğunun nişanesi olarak) acı içinde kıvranması ve nihayet oyunu kaybedenlerin ailelerine sahip çıkma sözü vermesi Locke’ci yaklaşımın da göz ardı edilmediğini gösteriyor.

Dizinin bu iki zıt görüş ekseninde cevap aradığı bazı sorular şunlar:

-Açgözlü, şımarık, tatminsiz ve zalim zenginlerin elinde nesneleşip oyuncak olan kimselerin, kuralların rafa kaldırıldığı bir simülasyonda toplumsal sözleşmelere, dini ilkelere, ahlak kurallarına uymaya devam etmesi beklenebilir mi?


-Her oyuncunun neticede tek başına mücadele etmek zorunda olduğu, kaybedenlerin sorgusuz sualsiz, mahkemesiz yargısız öldürüldüğü bir vasatta haklara riayet, merhamet, yardımlaşma, fedakârlık, feragat, mesuliyet gibi erdemler var olmaya devam edebilir mi?

-Değişen hayat şartlarının ümitleri tükettiği, gidebilecekleri meşru yollar kapanmış, korkuları ile yüzleşmek zorunda bırakılmış insanların ölmemek için öldürmeleri mazur görülebilir mi?

Ferdiyetçi Batı, Kolektivist Doğu

Dizinin dördüncü bölümünün adı “Stick to the Team” yani “Takıma Yapış”.

Ferdin, kişisel özgürlüklerin, hür teşebbüsün öne çıktığı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarının aksine cemaatlerin, sosyal ve siyasi grupların, devletin ve bir bütün olarak “toplumun” öncelik kazandığı doğu toplumları arasındaki farkın Güney Kore örneğinde biraz flulaştığı ileri sürülebilir.

Çok hızlı bir modernleşme ve batılılaşma sürecine giren, bu süreçte hızla sekülerleşen Güney Kore’nin, tarihinden ve kültüründen getirdiği kolektivist hayat kavrayışı -tüm bu gelişmelere rağmen- öyle kolayca yok olup gitmiş değil.

Güney Kore’nin çıkardığı Samsung, LG, Kia, Hyundai gibi dünya çapında meşhur markaların başında Steve Jobs, Bill Gates, Jeff Bezos, Mark Zuckerberg, Elon Musk gibi bireyler yok, “chaebol” ismi verilen çok zengin ve sadece ticarette değil siyasette de etkili aileler var. Devletin de ağırlığı gelişmiş batılı ülkelerdekine nispetle çok daha fazla.

Birçok doğulu toplumda olduğu gibi, varlıklarını mensubu bulundukları aile, klan, cemaat gibi gruplarla anlamlandıran Güney Koreli alt ekonomik sınıfların mensupları, batılılaşma fırtınasıyla gelen bireyselleşme baskıları karşısında huzursuzlar.

Dizide, kapitalist kalantorların fantezi oyununda oynamak üzere seçilen “oyuncuların” hayatta yapayalnız kalmış, dışlanmış, bir grup aidiyeti yahut sınıf bilinci olmayan kimseler olması dikkat çekici. En yakın aile bireylerinin (Gi-Hun’un annesi ve kızı, Sae-Byek’in kardeşi, Abdul Ali’nin eşi ve kızı vs.) dışında sevgi, saygı, dostluk ve karşılıklı güven temelinde sosyal ilişkiler kurdukları, dayanışma içine girdikleri kimsecikler yok. Bu da onları daha korunmasız, daha kırılgan yapıyor. Oynamaya zorlandıkları oyun da herkesi tek başına yarışmaya, “ötekileri” düşünmeyi bırakıp bireysel olarak hayatta kalmaya odaklanmaya mecbur eden bir oyun. Hatta bu o kadar öyle ki, oyunlardan birinde evli bir çift birbirine karşı oynuyor ve kazanan koca kaybeden karısını öldürüyor.

Gi-hun tüm bu zorlamalara rağmen kolektif hareket edebilmenin yollarını arıyor. Herkesin Hobbes’ci anlamda bir tehdide dönüştüğü bir “doğa durumunda”, korkmadan uyuyabilmek için “birbirine güvenme riskini” göze alabilecek insanlardan bir grup kurup nöbet tutturuyor. Aynı şeyi yapmak isteyen rakiplerine bunu yapamayacaklarını, çünkü birbirlerine asla güvenemeyecek insanlar olduklarını söylüyor.

Bir yandan dua edip bir yandan cinayet işlemek

Oyuncular arasında çok dikkat çeken bir tip var: 244 numaralı oyuncu. İnançlı bir Hristiyan. Bir yandan oyuna devam edip rakiplerini öldürürken bir yanda sürekli dua ediyor tanrıdan af diliyor. Bir süre sonra bu tavrı ile diğer oyuncuların tepkisini çekiyor. Beşinci bölümde, -daha sonra annesini her dövdüğünde ve kendisini istismar ettiğinde affedilmek üzere dua eden, en sonunda annesinin canına kıyan papaz babasını öldürmüş olduğunu öğreneceğimiz- 240 numaralı oyuncu Ji-yeong ile bu adam arasında şu konuşma geçiyor:

240: “Şu an kime dua ediyorsun? Tanrı'ya mı? Tanrı sayesinde mi hayatta olduğunu sanıyorsun? Hâlâ nefes alıyor ve o dilini oynatabiliyorsan bunu şu yaşlı adama ve oradaki son anda müthiş bir kurnazlık yapan o adama borçlusun. Yani birine teşekkür edeceksen onlara teşekkür et.”

244: “Seni zavallı, kayıp koyun. Bugün çarmıha gerilenlerin çığlıklarını duymuyor musun? Onların kanları ve kurban olmaları sayesinde bir gün daha yaşayabildik. Biz günahkârlar adına Tanrı'ya onları kurban etmeye karar verdiği için şükrettim ve dua ettim.”

240: “Saçmalık. Onları kendin öldürdün.”

Birkaç dakika sonra takım olarak bir strateji belirlemeye çalışırken aynı ikili arasında bu sefer şu diyalog geçiyor:

244: “Zayıf bir takım seçip önce onlara saldıralım.”

240: “Tanrı'nın hizmetkârına bakın, bizden daha gaddar!”

244: “Hepimiz günahkârız zaten. Ellerimiz kana bulandı…”

244, yedinci bölümdeki “camdan sıçrama taşları” yahut “camdan sırat köprüsü” oyununda bir başkasını iterek öldürmeden hemen önce şu duayı söylüyor:

- Göklerdeki Babamız, adın kutsal kılınsın, gökte olduğu gibi dünyada da istediğin olsun. Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi suçlarımızı bağışla. Ayartılmamıza izin verme. Tanrı bizi bir sıraya göre çağırmaz. Mahşer günü geldi çattı. Hepimiz…zaten cehenneme gideceğiz.

Adamın bu marazi tavrı, bu son derece rahatsız edici hâli, bu çarpık düşünce şeklini yakalayıp anlatmak, diziye apayrı bir derinlik katmış.

Anlaşılan o ki ülkemizde olduğu gibi Güney Kore’de de bazı dindar insanlar bir yandan başka insanların hakkına tecavüz ederken, büyük günahlar işlerken bir yandan da yaptıklarının ne büyük yanlışlıklar olduğunun şuurunda oldukları için acı çekiyorlar. Ama rahatsız olmalarına rağmen o yanlışları yapmaktan da geri duramıyorlar. Ne zaman tövbe edip doğru yöne dönmeye kalksalar, daha önce işledikleri günahların ağırlığı paçalarına yapışıyor. “Nasıl olsa cehennemliğim” düşüncesi toparlanmalarına izin vermiyor.


Karanlık Kurul Üyesi V.I.P.’ler

Diziyi belki de en çok aşağı çeken unsur V.I.P.’ler. Abartılı konuşmalarıyla ve iyice karikatürize edilmiş “kötülükleriyle” maskeli kalantorların rol aldığı sahneler, bizde çekilen bazı dizilerdeki abuk subuk “karanlık kurul” sahnelerini hatırlatıyorlar. “Yüzlerini pahalı taşlardan ve madenlerden yapılmış maskelerin ardına saklamış, yeni heyecanlar arayan tatminsiz zenginlerin gizli ve sapık kaçamakları” temalı sahneler adeta Stanley Kubrick’in 1999 yapımı “Eyes Wide Shut” filminden fırlamış gibi görünüyor.

Dizinin yönetmeni Hwang Dong-hyuk, okültizm ve satanizm göndermeleri ile, sebepsiz zalimlikleriyle artık adeta sadece kötülük yapmak için yaşıyormuş gibi resmettiği kapitalistleri yerden yere vurmak isterken kurşunu biraz da kendi ayağına sıkmış. İyice karikatürize edilmiş, derinlikten yoksun V.I.P. karakterleri, dizinin gerçekçi anlatımına darbe vururken verilmek istenen mesajı da zayıflatmış.

Semboller ve Göndermeler

Squid Game dizisinde, haç şeklinde bağlanmış fiyonklarla hediye paketi süsü verilmiş tabutlar, daire, kare ve üçgen sembolleri üzerinden oyun konsollarına yapılan göndermeler, Müslüman kaçak işçi karakteri üzerinden yabancı işçilerin istismarına dair dikkat çekmeler, özellikle güçlülerin işlediği suçlar karşısında polisin ilgisizliği ve etkisizliğine dair alt metinler, borç içinde ölen fakirlerin kimsenin arayıp sormayacağı kadar sahipsiz olması, dizinin baş kahramanın numarası olan 456 sayısının numerolojide bir meleğe işaret etmesi, 456 milyon Kore won’u olarak belirlenen toplam ödülün oyuncu başına birer milyondan hesaplanmış olması, “elenen” her oyuncunun “hakkının” diğerlerine paylaştırılıyor olması gibi birçok sembol ve gönderme var. Ama gittikçe uzayan bu yazıyı artık burada noktalamak icap ediyor.

Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Güney Kore, enformasyon toplumu olma yolunda insan kaynağına yaptığı yatırımın karşılığını alıyor. Giderek büyüyen gelir adaletsizliğine karşı nitelikli ve incelikli şekilde ses yükseltmek, akıllıca bir muhalefet dili kurmak Güney Kore’li düşünürlere, sanatçılara nasip oluyor.

Squid Game dizisi çoktan, Snow Piercer ve Parasite gibi tarihe geçecek bir Güney Kore yapımı oldu bile. Her yerde dizi ile ilgili yorumlar yapılıyor, dizi üzerinden kapitalizmin krizi konuşuluyor, neoliberalizm eleştirileri yayınlanıyor.

İnşallah bir gün, tüm dünyayı ilgilendiren varoluşsal krizlere böylesine nitelikli şekilde neşter atabilen fikir ve sanat eserlerini ortaya koymak bize de nasip olur.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN