Köylüleri askere mi alsak?

Zorunlu askerlik modern çağların bir olgusudur ama modernleşen her ülkenin izlediği bir yol değildir. Modern çağlardan önce de çeşitli kültürlerde zorunlu askerliği andıran uygulamalar olmuştur. Eski Yunanistan’da şehir devletlerinin mülk sahibi vatandaşı olmakla asker olmak arasında doğrudan bir bağ bulunuyordu. Feodal Avrupa’da da savaşları şövalyeler herhalde tek başlarına yapmıyorlardı ve köylülerin, hane başına asker vermek gibi bir yükümlülükleri vardı. Fakat modern anlamda zorunlu askerliğe ve vatandaş ordularına ilk adımın Fransız Devrimi Savaşları sırasında atıldığı kabul edilir. Fransa’nın devrim karşıtı Avrupa ülkelerince sıkıştırılmasından dolayı ilân edilen ilk kitle seferberliği (levée en masse) 16 Ağustos 1793 tarihliydi ve yaşları 18 ile 25 arasında olan bütün bekâr ve sağlıklı erkeklerin orduya katılmalarını emrediyordu.

Osmanlıda ise daimî ve profesyonel bir ordu kurma çabaları çok erken dönemlere gider. Maaş karşılığında savaşmak üzere yazılan “yaya” ve askerî köle kategorisinde olmalarına rağmen yine maaş alan yeniçeriler böyledir. Ayrıca, eyaletlerdeki dirlikli sipahileri de profesyonel askerler olarak görmek gerekir. Aslında, Osmanlı hikmet-i hükûmetinin en büyük köşe taşlarından birisi tarım üretimi yapacak reaya ile savaşacak askeri birbirinden ayrı tutmaktı. Reaya vergi verecek, onun verdiği vergi ile asker beslenecek ve o askerle de reaya korunacaktı.

Tabii ki bunun ideal bir durum olduğunu ve sahadaki gerçeklikleri her zaman yansıtmayabileceğini vurgulamak gerekir. Her şeyden önce, biraz devrimci Fransızların sıkışmasına benzer bir şekilde, eğer düşman İslâm topraklarına girmişse, “yediden yetmişe” bütün Müslüman erkeklerin savaşmasının farz-ı ‘ayn olduğunu ilân eden nefir-i ‘âm uygulamasına gidilirdi. Yedi yaşındaki çocukların gerçekten de savaşması beklenemeyeceği için, bu tür duyuruların mümkün olduğu kadar kişiyi seferber etmek amacıyla kullanılan söylemler olduğunu düşünmek durumundayız. Ayrıca, dirlikli sipahilerin gelirleriyle orantılı olarak getirmek durumunda olduğu “cebelü” askerler de son kertede köylülerden oluşuyordu. Bunların da ötesinde, köylü kitlesinin içinden çıkan kişiler vezir kapılarında iş buluyor ve “çiftbozan reaya” denen köylüler rakip şehzadelerin ordularında asker oluyordu.

Avrupa’da ateşli silah kullanan piyadelerin yaygınlaşması, Osmanlının da tüfek kullanan yeniçerileri, köylülerden tutulan levent ve sekban askeriyle desteklemesini gerektirmişti. 16. Yüzyılın sonunda başlayan ve uzun süren Avusturya savaşları bittikten sonra bu köylü askerlerin maaşlarının kesilip toplum içine salınmaları ise meşhur Celalî ayaklanmalarının altyapısına büyük katkıda bulunmuştu. Aynı şekilde, Rusya ve Avusturya’ya karşı yapılan seferlerde kullanılan ulufeli askerin / sekbanların barıştan sonra terhis edilmeleri, 1790’larda, bu kez Rumeli’nde “Dağlı” adıyla bilinen isyanlara yol açmıştı. “Kapısız levent” diye bilinen ve çeşitli eşkıyalık faaliyetlerine karışan gruplar da aslen Osmanlı vezirleri tarafından savaşmaları için tutulan köylülerdi. Bunlar, kendilerine ihtiyaç kalmayıp toplum içine bırakıldıklarında, ellerinde tüfekleri olduğu ve hayatlarını savaşarak kazanmaya alıştıkları için ziraî faaliyetlere dönerek yine vergi ödeyen köylüler olma fikrini fazla cazip bulmuyorlardı.

Köylülerin ellerine silah aldığı durumlar için sanırım bu kadar örnek yeter ama bütün bu “istisnalara” rağmen devlet, köylülerin asker olmalarını teorik olarak kabul etmiş değildi ve tabii ki, çok daha önemlisi, bazı köylülerin/ reayanın asker olması, geniş köylü kesimlerinin veya hepsinin asker olmaları gibisinden bir durumu getirmiyordu. Reaya ve askerî ayrımının her şeye rağmen korunabildiğini söyleyebiliriz. İşte, 1791 lâyihalarında, üstelik Avrupa’da da zorunlu askerliğin eşiği olan bir dönemde, devlet katında bu eski düzenin terkedilmesine dair zihnî bir hazırlık göze çarpıyor. Lâyiha yazarlarından henüz hiç biri açık açık köylü ve hele şehirlilerin zorunlu olarak askere alınmasını önermiyor. Fakat pek çoğunda, o eski, “reaya- askerî” ayrımının dokunulmazlığı düşüncesinin de tamamen iflas ettiği görülüyor. Savaşların, kapıkulu ve dirlikli sınıfından “profesyoneller”dense, askerî müteahhitlerin organize ettiği paralı Arnavut askerleri ve âyan ile vüzeranın getirdiği köylü askerler ile yapıldığını göre göre artık pes etmişler ve şimdi de durumu meşrulaştırmaya çalışıyorlardı da denebilir. Kaldı ki kapıkulu ocakları askerlerinin artık devşirme veya “kul cinsi” olmadıkları ve 16. Yüzyıldan beri Türkler ve diğer Müslümanların bu ocaklara “sızdıkları” da bir sır değildi. Mesela, lâyihacılarla çağdaş olan Ahmed Vasıf Efendi, “Kocasekbanbaşı lâyihası” olarak bilinen risalesinde yeniçeri ocağına girmiş casusların vilayetlerinden yeni gelmiş “sadedil torlak Türkçeğizleri” ifsat ettiğini söylüyordu…

Dolayısıyla 1791 lâyihalarında reayadan asker yazılması hususunda pek çok öneri görüyoruz. Mustafa Reşid Efendi, “sekban” adıyla 15.000 veya 20.000 kişilik bir asker yazılmasını önermişti. Defterdar Şerif Efendi, “kış askeri” görüntüsü altında talimli askerlerden oluşan bir ordunun vilayetlerdeki vezirler tarafından hazırlanabileceğini söylüyor, bunların “kırk bin mi olur dahi ziyade ve noksan mı olur” bir araya geldiklerinde, elbiselerine, durmalarına kalkmalarına “düvel-i Efrenciyede olduğu gibi” “nesak-ı vahid” (tek tarz) üzere dikkat olunmasını istiyordu. Reisülküttap Abdullah Birrî Efendi, askerin genç ve yaşlarının 10 ila 25 arasında olması gerektiğini, bunların daha önce seferlerde bulunmamış hatta şehir ve kasabaya hiç girmemiş köylülerden yazılması gerektiğini söylüyordu. Ona göre iki üç sene içinde 20.000 piyade ve 5.000 de süvari asker yazılabilirmiş. Mabeyinci Mustafa Bey de Bağdat, Mısır, Şam, İskenderiye ve Yanya dışındaki vilayetlerin valilerinin her birine ve ayrıca Çaparzâde, Karaosmanzâde gibi âyanlara ve Eflak ile Boğdan voyvodalarına hallerine göre birkaç bin veya yüz asker ihale olunmasını öneriyordu.

Görüldüğü gibi taşradan yazılacak ve Müslüman köylülerden oluşacak birlikler, Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturacaktı. Bu öneriler, Koca Yusuf Paşa’nın projesinin yarısı demek olan vilayetlerdeki vezir tüfekçileri düşüncesinden çok farklı değildi. Fakat Yusuf Paşa’nın projesinin, ayrıca bir nüfus sayımı içermesi ve her haneden bir tüfekçi alınması gibi ayrıntılarından dolayı, Fransızların ilk kitle seferberliğinden biraz önce düşünülmüş bir tür zorunlu askerlik teşebbüsü olduğu söylenebilir. Yusuf Paşa’nın projesinin diğer yarısı ise İstanbul’a on veya on iki bin yeni asker getirilmesinden oluşmaktaydı.

Yusuf Paşa’nın tarihçilerce yanlış anlaşılması konusuna gelince, Stanford Shaw, Hacı İbrahim ve Yusuf Paşa’nın “devşirme” ordusunu yeniden canlandırmayı önerdiklerini söylüyor. Ona göre, “En iyi reayalar (Hristiyan Osmanlı tebaası anlamında) Hıristiyan vilayetlere yapılacak olan periyodik seferlerle toplanacak, İstanbul yakınlarında onlar için kurulan özel kamplarda veya taşra valilerinin kapılarında acemi oğlan kullar olarak” eğitilecekti. Bunlar, daha sonra da boşluklar oldukça düzenli orduya (yeniçeri ordusu) geçecek ve hayat boyu hizmet görmek üzere düzenli askerler olacaklarmış. Shaw, “Hıristiyan tebaanın böyle bir projede iş birliği yapmaya gönüllü olup olmadıkları tartışılmamıştır” gözleminde bulunuyor.

Ahmet Öğreten, haklı olarak, Yusuf Paşa ve İbrahim Efendi’nin lâyihalarında böyle bir öneri bulunmadığını söylüyor. Yalnız o da, “devşirmeye benzer bir yöntemle toplanacak yeni bir askerî varlık oluşturulmalı” görüşünü Abdullah Birrî’ye atfederken yanılıyor. Bu yanılgının sebebi, Birrî’nin, yoksulluktan ve taşralardaki kimsesiz yetimlerden bahsettikten sonra “Bu makule neferat delikanlu şahbaz yiğitler isticlab olunup evvelemirde sünnet olmamışları sünnet ve talim-i mesail-i diniyye etdirdüp…” ifadelerini kullanması olmalıdır. Toplanacak neferlerin arasında küçük yaşta olanlar ve kimsesiz yetimler olduğu için bazılarının sünnet edilmemiş olması beklenirdi. Birrî’nin söylediği bunların önce sünnet edilip sonra da temel dinî konularda kendilerine eğitim verilmesinden ibarettir. Devşirmeden hiç bahsetmiyor.

Shaw’a dönersek, lâyihalardan anladığı epeyce karışıktır. Yusuf Paşa’nın taşrada tüfekçi yazılması projesini “yeni ve daha devrimci bir proje” ve “köylüler arasında bir tür genel askere alma yöntemiyle kadrolanacak bir tüfekli taşra milisi” olarak niteliyor ve sonra da şu yorumları yapıyor:

“Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez olmak üzere, Anadolu’nun Türk köylüleri büyük ölçekli bir şekilde imparatorluğun askeri hizmetine alınacaktı. İmparatorluğu düşmanlarından kurtarmak için bir Türk millî muhafız gücü (a Turkish national guard) oluşturulacaktı.”

Anadolu’da bir gün nizam-ı cedit birlikleri oluşturulmaya başlandığında o ordudaki baskın etnik grubun Türkler olduğu tabii ki söylenebilir ama Yusuf Paşa’nın böyle bir niyeti olup olmadığını söylemek bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyaç gösterir. Ama diyelim ki netice itibarıyla öyle oldu, taşrada bir “Türk millî muhafız gücü” oluşturup da başkentte Hıristiyan reaya kökenli bir devşirme ordusunun canlandırılmasını önermek iyice tuhaf olmaz mıydı?

Artık söylemek gerekiyor ki Shaw, bazı noktaları kendisi de yanlış anlamış olan Cevdet Paşa tarafından yanıltılmış durumdadır. Cevdet Paşa, “Asakir-i mualleme peyda etmek bahsinde birinci mesele neferat-ı lâzimenin tedariki hususu olub bu bâbda Yusuf Paşa’nın hülâsa-i tedbiri (…) evailde olduğu gibi Rumili ve Anadolu caniblerinden genç uşaklar devşirilmesi suretidir” şeklinde bir özet yapıyor. Eski acemi oğlanlarının bir kısmının esirlerden oluştuğunu, bir kısmının da “ehl-i zimmet reaya evladı olarak bir nevi vergi gibi” toplandığını söylüyor. İlginçtir, Cevdet Paşa’nın orijinal devşirme uygulaması hakkındaki görüşleri çok olumsuzdur: “Tebaadan birinin küçük çocuğunu cebren ebeveyninden ayırub da bir daha ebeveynini göremeyecek bir silke idhal eylemek kaide-i adl ve hikmete muvafık görünmez ise de…” Cevdet Paşa, çaresizlikten kabul edilen ve adil olmayan bu yöntemin bırakıldıktan 150 yıl kadar sonra yeniden ihya edilmesinin hâlin ve vaktin gereklerine uymayacağını söylüyor.

Ayrıca, devlet, Ziştovi Antlaşmasıyla sadece kendi elindekileri değil halkın elindeki esirleri bile bedelsiz iade etmeyi kabul etmiş. Medenî konularda “Avrupa’nın malum olan meslek ve mişvarına (tavrına) nazaran üseradan (esirlerden) asker tedariki kapusu dahi kapanmış idi” diyor. Dolayısıyla, Cevdet’e göre Osmanlı, ne kendi tebaası olan ehl-i zimmet reayadan ne de savaş esirlerinden asker edinebilirdi. “Bu hâle göre bin iki yüz tarihinden sonra evailde olduğu gibi Hıristiyan çocuklarından bu veçhile asker tedariki vakit ve hâlce mümkün değil idi” diyor ve “Eğer ehl-i İslâm çocuklarından devşirme tedariki murad ise bunlar ne veçhile devşirilmek lâzım gelir asıl mesele burasıdır” diye ekliyor.

Kısacası, Cevdet, Yusuf Paşa’nın “devşirme” yöntemiyle asker edinilmesi önerisini her açıdan uygulanamaz buluyor. Güzel de Yusuf Paşa böyle bir öneride bulunmamıştı ki! Kaleminden “devşirme” kelimesi çıkmamıştır bile. Yusuf Paşa, sadece, önceleri olduğu gibi, Anadolu ve Rumeli taraflarındaki “genç uşaklardan evvelemirde on, on iki bin neferat-ı cedide tedarik” edilmesinden bahsediyor. Cevdet Paşa’nın, onun söylediklerini biraz fazla derinlemesine okuyarak ve bir de başkasının lâyihasında geçen “devşirme” kelimesini Yusuf Paşa’ya yamayarak esirlerden ve zimmîlerden veya Müslümanlardan devşirme alınacakmış gibi lüzumsuz tartışmalara giriştiği görülüyor. “Fî-mâba‘d Anadolu ve Rumeli’den genç uşaklar devşirilüb” cümlesini kullanan Çavuşbaşı Mehmed Raşid Efendi’dir. Onun bile devşirme yöntemiyle asker toplanmasını önermediği, kelimeyi sadece “toplamak” fiili karşılığı olarak kullandığı metinden rahatça görülüyor.

Cevdet Paşa’nın eyaletlerde tüfekçi asker düzenlenmesi konusundaki eleştirileri daha anlamlıdır. Ona göre bir tür “beledî asker” demek olan tüfekçiler, ülkenin korunmasında olumlu bir rol oynayabilir ve seferler sırasında “asıl orduya” bir yardımcı kuvvet olabilirdi. Ama bir araya geldiklerinde gerçek bir ordu oluşturamaz ve Avrupa’nın düzenli ordularına karşı “başlı başlarına bir iş görmeleri” beklenemezdi çünkü ordu, harekette ve duruşta uyumlu olan, “cism-i vahid” şekline girmiş bir insan kalabalığıydı. Serasker olan kişinin, “bu cismin her uzvunu istediği anda istediği gibi kullanıp murad ettiği manevrayı icraya kadir” olması gerekirdi. Oysa Yusuf Paşa’nın önerdiği şekliyle değişik valilerin maiyetinde ayrı ayrı eğitilen taburların her biri, birer usul ve yöntem edineceklerinden tek bir ordu oluşturmaları uzak bir ihtimaldi. Cevdet, “Olsa olsa maharetli tüfenkçi olurlar” diyor. Lehte ve aleyhte söylenecek şeyler var tabii ki. Ayan ordularının da temel sorunlarından birisi, bir birliğin diğerine uymamasıydı. Yalnız, Cevdet’in düşündüğü gibi tek bir cisim hâline girmiş bir ordunun bütün birlikleri de aynı anda, aynı mekânda eğitilmiyordu ki... Standardizasyon sağlayacak talimatnameler bu iş için vardı.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum