Molla,Yeniçeri yanlısı mıydı?

Fark ettim ki bazı kaynaklarda “Tatarcıkzâde” lâkabı ile anılmasına rağmen Abdullah Molla’ya hep “Tatarcık” demişim. Evet, daha sonraki kaynaklarda “Tatarcıkzâde” diye de geçer ama daha genç çağdaşı ve aralarında dostluk bulunan vakanüvis Mütercim Asım’ın ve sonra Cevdet Paşa’nın “Tatarcık” demesine bakarak biz de böyle desek yanlış yapmış olmayız sanırım. Mollanın lâkabını neye borçlu olduğunu bilmiyorum. Gerçi babası da Kırımlı Osman Efendi adlı bir mollaydı, dolayısıyla, Halide Edib’in Tatarcık’ındaki gibi Tatar olmaya bir gönderme olduğu kesin de “tatarcık” sonuçta canlıların kanını emen ve çeşitli hastalıklara yol açan küçük bir sinek. Acaba Molla, ufak tefek biriydi ve çağdaşları “Aman hafife almayın yakar” mı diyordu? Yoksa dev gibi bir adamdı da aşikâr bir istihza mı yapıyorlardı?

Osmanlıda, gülünç, tuhaf, kimselerin aklına gelmez, yerine cuk oturan ve yaratıcı pek çok lâkap vardı. Bazılarının hikâyesini de biliyorum ama tarih böyle bir şey, birileri kaydetmese nasıl bileceğiz? Ayrıca, belki kaydetmiştir de ben henüz keşfedememişimdir… Mesela, yine 1791 lâyihacılarından Başmuhasebeci Hacı İbrahim Efendi “Gizli Sıtma” diye anılırdı. Lâyihacılardan Sadrazam kethüdası Mustafa Reşid’i yerinden edince o devrin adamları “Köse Kethüda’yı Gizli Sıtma tuttu” demişlerdi.

Abdullah Molla’nın uzun lâyihasının ancak yüzde onluk bir kısmını oluşturan askerlik konularıyla ilgili düşüncelerine ve önerilerine kısaca baktığımızda yine hemen herkes gibi çok karamsar bir tablo çizdiğini görürüz. Kendi zamanındaki yeniçeriler hakkında olumlu hiçbir düşüncesi yoktur. Buna rağmen, tarihçiler tarafından “eski düzen” taraftarı veya “muhafazakâr” olarak görülmüştür. Bunun başlıca sebebi Molla’nın, imparatorluğun ihtiyacı olan ıslahatın ve merkezileşmenin, “yeniçeriler” aracılığıyla yapılabileceği düşüncesinde olduğunu söylemesiydi. Sanırım bu durumu “Molla’nın bariz çelişkisi” diyerek geçiştiremeyiz. Amacımız da Molla’yı günümüzün terimleriyle herhangi bir kategoriye sokmak değil mümkün olduğunca anlamak olduğu için söylediklerine biraz daha yakından bakalım. Tatarcık Molla, gerçekten de, hem yeniçeriler için iyi tek bir kelime etmeyip hem de onlara dayanarak mı imparatorluğun yeniden düzenlenmesini öneriyordu?

Abdullah Molla, 18. Yüzyılın sonlarındaki sıkıntıların kökenini, aynı yüzyılın barış ve refah ile geçen yıllarında görüyor. 1739-1768 tarihleri arasını kastederek, uzun bir süre boyunca seferlerin terk edildiğini söylüyor. Devlet, bu dönemde, harcamasını düşürüp gelirini arttırmaya (taklil-i mesarif ve teksir-i irâd) dikkat etmemiş. İnsanların, refaha, bolluğa, süslenmeye ve lüzumsuz binalara büyük bir eğilimi olmuş. Herkes kendi zevki peşinde koşup “vaktimüz hoş geçsün” dediğinden “din ü devlet”in iyiliği düşünülmemiş, ordunun düzenine, savaş aletleri ve mühimmatına kafa yorulmamış. Aynı esnalarda, başta Rusya olmak üzere Osmanlının baş düşmanları olan devletler ise “tedabir-i mülkiye ve tanzim-i umur-ı askeriye” konularında boş durmamışlar…

İstanbul’daki yeniçeri kışlalarında, artık, başeski ve bayraktar namında birtakım elden ayaktan düşmüş derbederlerden başka kimse kalmamış. Askerler için devletin verdiği binlerce kese para, “sefere gitmez kulluk beklemez devletin edna bir işine yaramaz nüfus-ı zaide (fazlalık nüfus) makulesi olan esnaf ve tüccar ve etba’ ve hidmetkâr zümresi” kişilere gider olmuş. Serhatlarda ise yeniçeri namına olan gayretsiz ve hamiyetsiz birtakım adamlar reayaya baskı yapıyor, “kendülerini ve evlad ve iyallerini esir gibi” kullanıp onları sefer zamanında düşmana itaat etmeye mecbur ediyorlarmış. Savaşacak asker bulunmadığı için memleketlerinden zorla çıkarılan ve küçücük bir bahaneyle “vatanlarına” geri dönmeye istekli, “ekseri erbâb-ı ziraatden barut rayihasına dimağı alışmamış, top ve humbara sedasını işitmemiş Türk ve Türkmen ve haşerat-ı saireden” büyük güçlükler ile toplanan düzensiz askerler düşmanın en ufak bir hücumuna dayanamayıp kaçıyorlarmış. Çözüm, tabii ki düzenli, eğitimli, askerî fenleri bilir bir ordudur.

Görüldüğü gibi Abdullah Molla’nın askerî başarısızlıkların sebepleri hakkında bir fikri vardır, çözüm konusunda da çeşitli önerileri bulunmaktadır. Buna rağmen, üstelik alınacak cevabı da bilmesine rağmen, yeniçerilere görüşlerinin sorulmasını öneriyor. “Taife-i Bektaşiye” dediği yeniçerilere gerçekten itibar ediliyormuş gibi gönülleri okşanacak, taltif edilecek ve fikirleri sorulacakmış. Devletin başlangıcından beri kapıkulu ocaklarının dilaverleri, özellikle de yeniçeri bahadırları din ü devlet uğruna canlarını feda edip dünyayı yenmiş, “kâfirlerin” kilise ve tapınaklarını cami ve tekkeye çevirip şanları ufku tutmuşken seksen iki (1768) tarihinden sonra açılan seferlerde neden çaba göstermedikleri ve işlerin niçin bu hâle geldiği “vadilerinde istintak” olunacaklarmış.

Böylece müsaade gösterilerek, sularına gidilerek, gönüllerindeki istekleri öğrenildikçe arzularını yerine getirme sureti gösterilecekmiş. Yeniçerilerin ise kendi kabahatlerini örtmek için ne diyeceği zaten belliymiş. Önce, “Ocağa itibar kalmadı, fukara olduk”, sonra “Devlet-i âliyyenin Türk ve Türkman’a rağbeti oldu, bizim elimizden ne gelür” diyeceklermiş. En sonunda da “Kâfirin ateşine ve top ve tüfengine tâkat gelmez ve çarh-ı feleklerine girilmez” diyecekleri açıkmış.

Abdullah Molla’nın yeniçerileri gerçekten beğenmediği veya yeniçeri taraftarlığı gütmediği bence çok açık, zaten bu yumuşaklık siyasetini götürüp nereye bağlayacağını birazdan göreceğiz ama önce iki kez geçen bu “Türk ve Türkmen” bahsine bakalım. Osmanlıda, “Türk” kelimesinin bazı bağlamlarda “köylü” olarak kullanıldığı bilinir. Burada, Molla askerin çoğunun köylü / ziraat erbabı olduğunu ayrıca söylediği için ve tabii bir de Türkmen kelimesi geçtiği için “Türk” kelimesiyle köylülük hâlini kastetmediği bellidir. Diğer türlü, “çoğu köylü olan köylüler” türü bir totoloji yapmış olurdu… Dolayısıyla kastedilenin Osmanlı ordusundaki Türk ve Türkmen etnisitesine sahip askerler olduğu kolayca anlaşılıyor.

Milliyetçilik çağının henüz çok başlarında yaşayan bir kişi olmak hasebiyle Abdullah Molla’nın bu etnonimlere gerekli olarak olumlu bir anlam atfetmediği görülüyor. Çanakkale Savaşları sırasında bir Osmanlı entelektüeli, eğer bilinçli olarak hakaret etmek istemiyorsa tabii ki, “Türk, Türkmen ve sair haşerat” türü bir ifade kullanmazdı. Bu Türk ve Türkmenlerin kimler olduğuna gelince, 18. Yüzyılın sonlarına gelince Osmanlı ordusunun belkemiğinin âyanların topladığı ve savaşa götürdüğü askerler olduğu düşünülünce, Molla’nın atfettiği şekliyle yeniçerilerin, âyanların ve onların askerlerinin tercih edilmesinden yakındıkları görülüyor.

İlginç olanı şu ki, bu devirde “devşirme” çoktan ortadan kalkmış olduğu için yeniçerilerin çoğu da aynı şekilde Türk soyundan geliyordu. Dahası, seferler sırasında “yeniçeri” adı altında toplanarak veya parayla tutularak cepheye sürülen yeni askerler de Tatarcık’ın vurguladığı ve eğitimli asker olmadıkları için beğenmediği gibi Türk ve Türkmen’di. Dönemin literatüründe ve belgelerinde bu konuda yeterince bilgi vardır. Mesela, lâyihacılardan Çavuşbaşı Raşid Efendi’ye göre yeniçeriler değil sefere çıkmak, kulluk beklemek için bile gereken askerleri “ücret ile” tutarmış. Sefere az sayılarda “tutma nefer” ile çıkıp, sorulduğunda, “Neferatımız Anadolu ve Rumeli caniblerinden gelür” derlermiş. Raşid, Cebeci, Topçu ve Arabacı ocaklarının durumunun yeniçerilerden de kötü olduğunu söylüyor, “kulluk neferi edecek âdemleri yokdur” diyor ve “sefer vukuunda bir alay sürgün adî Etrak cem‘ ederler” diye devam ediyor.

Abdullah Molla’nın yeniçeri siyasetine dönersek, devlet, önce iş bilir, tecrübeli, akıllı bir yeniçeri ağası atamalı, sonra da kul kethüdası ve beş-on kadar muteber ocak ağası aracılığıyla yeniçerilere şu mesajı vermeliymiş:

“Devlet-i âliyye ba‘de’l-yevm (bugünden sonra) Sultan Süleyman Han Hazretleri zamanları gibi ocağımıza itibar ve kanun-ı kadime riayet buyurup yeniçeri zümresini sair zümreden mümtaz buyuracakları muhakkakdır.”

Sanırım, sathî bir okumayla, bu tür önerilerinden dolayı Abdullah Molla’nın bir muhafazakâr olduğunu veya Kanuni dönemine dönülmesini istediğini düşünebiliriz. Yalnız, bunun bir propaganda çabası olduğu çok net bir şekilde görülüyor. Molla, böyle denerek yeniçerilerin kalbini kazanmak gerektiğini söylüyor. Kendisinin de bu propagandaya inandığını gösteren bir kanıta sahip değiliz. Aksine, “Kanun-ı Sultan Süleyman hazretleridir” denilerek yeniçerilerin düzene ve talime istekli bir hâle getirilmesini ve sonra da Hıristiyan ülkelerde savaş sanatlarına dair yeni yazılan kitapların dost devletler eliyle getirtilmesini, düzgünce tercüme ettirilmesini ve içeriklerinin askerlere öğretilmesini öneriyor.

Benzer bir görüşü, sahibi bilinmeyen bir lâyihada çok daha yalın ve çıplak bir şekilde görüyoruz. Onun yazarı da “mizaç ve meşrebe muhalif tavr-ı Efrence girecekleri” hususunun asker gruplarından ve bütün halktan son derece gizli tutulmasını ve “Padişah ocaklarına itibar eyledi. Resm-i kadimi icra edecek. Ya zahir işte böyle lâzımdır. İslâm’da ne bulunmaz aransa ve itibar olunsa” propagandasının yapılmasını salık veriyor. İstenen her ne kadar Frenk düzenine uymak (matlûb tertib-i Frengi’ye tatbik) ise de asla söylenmemeli, Frenk terimlerini kullanmaktan kaçınmalı, “üslûb-ı hâkim” ile davranmalıymış. Yoksa insanların alıştığı usullerin değişmesini sağlamak için halkın yarısı idam olunsa kalan yarısı yine düzene girmeyi kabul etmezmiş, etse dahi payidar olmazmış. Bu anonim yazar, çarenin “kemâl-i iğfal” yani tam kandırma olduğunu söylüyor. Böylece “Beş sene sonra bütün ocaklar kendülerin taht-ı rabıtada muallem ve cengâver” bulurmuş. Bu fasıldan öğreneceğimiz bir ders varsa onun da söylemlere bakmamak olduğunu söyleyebiliriz. Baksanıza, en fazla eski usul, eski kanun denmesini öneren kişi yeniçerilerin aldatılmasını öneriyor! Elimizde böyle açık sözlü bir belge olmasaydı ve bir yerlerde sadece önerilen söylemi görseydik sahibinin Kanunî dönemine dönülmesini isteyen aşırı tutucu biri olduğunu düşünmez miydik?

Öte yandan Abdullah Molla’nın yeniçerilerin bu şekilde düzene gireceklerine dair bir beklentisi olduğunu söylemek de haksızlık olur. Aksine, yeniçerilerin kandırılarak veya kandırılmayarak, Avrupa usulü eğitimi kabul edeceklerine dair pek umudu yok ki yeni bir askerî düzenlemeye gidilmesini öneriyor. Şu kadar var ki, “neferat-ı cedide” demekte beis görmediği bu askerler de aslında yeniçeri ortalarından seçilecektir. Taife-i Bektaşiye’den, başlangıç için, her ortadan, zabitlerinin kefil olmasıyla, genç ve güçlü, evlenmemiş ve kuloğlu yani yeniçeri çocuğu olmak üzere kırkar ellişer kişinin alınmasının padişahın isteği olduğunun söylenmesini öneriyor. Bu seçilen askerlerin maaşlarının düzenli ödeneceği ve diğer harcamalarının, elbise ve eşyalarının devletçe karşılanacağı ve subaylarına da daha fazla maaş ve tayinat verileceği söylenecekmiş.

Abdullah Molla’nın yeniçeri ocağı içinden çıkacak yeni bir ordu oluşturma önerisi tabii ki II. Mahmud’un yeniçerileri ilga etmesinden çok kısa bir süre önce, Mayıs 1826’da uygulamaya koyduğu “Eşkinci Ocağı” projesine çok benziyor. O proje çok kısa bir süre içinde akamete uğramış, başarısız olmuştu. Molla’nın 1791’de bu projeyi önermekteki amaçlarını yeterince bildiğimiz söylenemez. Kâğıt üzerinde kimseye bir tuzak kurduğuna dair kanıt yok. Tam aksine, tercüme ettirilen yeni savaş sanatı kitaplarının öngördüğü şekliyle her askerî sınıfa tüfek ve sürat topu kullanmanın öğretilmesini söylüyor. Her ortaya asker sayısına göre iki, üç, dört sürat topunun tahsis edilmesini ve her topa da “süratçi” adıyla on asker verilmesinden söz ediyor.

Yeniçeri ocağının çok bozulmuş olduğunu, dahası kışlalarda asker bulunmadığını söyleyen Molla, gerçekten de yeniçeri ocağının içinden dediği sayılarda asker çıkmasını bekliyor muydu, bunu bilemiyoruz. Yalnız projesinin göründüğü kadar basit olmadığını, hele hele bir yeniçeri taraftarlığıyla açıklanamayacağını söyleyebiliriz. Şöyle ki zaman içerisinde sayısı artacak olan eğitimli askerin hepsinin başkentte kalmasını uygun bulmuyor. Bir iki yıl içinde eğitim gören askerlerin bir kısmı subaylarıyla birlikte mamur durumda olan kazalara gönderilmeli ve o kasabalardaki yoldaşlık yani yeniçerilik iddiasında bulunan ve askerliğe uygun olan gençler de bu birliklere alınarak ateşli silahlar eğitimine tabi tutulmalıymış. Finansmanları ise vakıf fazlalarından ve başka telef edilen gelirlerden sağlanmalı, yiyecekleri de bulundukları kazalardan tahsis edilmeliymiş. Böylece daha ucuza mal olurlarmış. İstanbul ve çevresindeki beldelerde bu şekilde yedi sekiz yıl içinde, eğitimli, yaz ve kış göreve hazır kırk- elli binden fazla asker olurmuş. Bunun, nizam-ı cedid askerinden farkı ne ki diye düşünmemek elde değil. Sonuçta, o askerin de yeni bir ordu olduğu açıkça söylenmemiş, hatta sanki kapıkulu ocaklarının bir parçasıymış gibi kendilerine “bostancı tüfekçisi” denmişti.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum