Oku oku budur sonu!

İnsan sıkılınca ne yapar? Herhalde herkesin kendine göre bir cevabı vardır. Ben de sıkılınca genelde olmadık işlere kafa sardırır, içimdeki tüm öfkeyi o şekilde dindiririm. Çocukluğumdan beri aykırı olmak ve her şeyi eleştirel bir süzgeçten geçirmeyi ve çoğu kez itiraz etmeyi bir meslek edindiğimden olsa gerek, erkenden mutsuzlukla tanıştım.

Konuşamaz ve yazamaz olunca da futbola sarmak herhalde bu yüzden olsa gerek…

Okumayı öğrendiğim günden itibaren önce ne bulursam okuyordum. Gazete almak bir gecekondu çocuğu için büyük bir külfet olduğu için eski yeni demez sokakta bulduğum gazeteleri ve mahalle pazarlarında pazar esnafının kullandığı gazetelerden yapılma kesekâğıtlarını büyük bir özenle açar ve yırtılmamış sayfaları tek tek okurdum.

Daha sonraları biraz palazlanınca annemin verdiği harçlıkları kantinde kullanmak yerine biriktirir -o zamanlar mavi kapaklı ince uzun- Türk ve Dünya Klasikleri serisine yatırırdım. Nedense o günlerde bu kitapların 15 günde bir yenisi gelirdi. Ya da ben öyle sanıyordum. Bu kitapları okuyacağım diye annemden az terlik yememişimdir. Çalışkan bir çocuk olmama rağmen ders çalışmak yerine bu kitapları okumayı daha çok severdim. Zaten çok da kalın olmayıp bir de ince uzun olunca rahatlıkla ders kitabının arasına sığardı. Bende bu kitapları ders kitabının arasından okuma yazma bilmeyen anneme göstermeden okurdum.

Bir süre sonra da ansiklopedi okuma merakı sardı. Koca koca Britannica ya da Meydan Larousse ciltlerini madde madde okurdum. Özellikle bilim adamlarının hayatları ilgimi çekerdi. 3’üncü sınıfa geldiğimde o zamanlar piyasa da az bulunan çocuk dergilerini almaya başlamıştım. Tercüman Çocuk ve Milliyet Çocuk iki favorimdi. Havacılık ve uzay çalışmalarına duyduğum ilgi saçma sapan işler yapmama da yol açardı. Birçok merceği birleştirerek güya kendi teleskopumu yapmaya bile çalışmıştım. Yüzlerce kibritin lavını sıyırıp roket yapmışlığım bile vardı.

Benim de çılgın projelerim vardı, mesela yıldırım yakalayan ve yakaladığı enerjiyi depolayan bir sistem tasarlamıştım güya… Tercüman Çocuk okuyup Nazım’ın dediği gibi “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan. Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” dememek mümkün değildi tabii ki.

O zamanlar Tercüman, Bulvar ve Cumhuriyet gazetelerini büyük bir zevkle okurdum. Tercüman ve Cumhuriyet ne alaka diyenleri duyar gibiyim ama daha o günler karşıt görüşleri okumak hoşuma gidiyordu. Kendini siyaseten sola yakın hisseden bir ailede doğmuştum ama zaten annem ve babamın okuma yazması olmadığı için ne okuduğumun çok da bir önemi yoktu.

32. Gün ve Mehmet Ali Birand’ın da ayrı bir yeri vardır hayatımda. Hem 32. Gün programını dört gözle bekler hem de dergisini satır satır büyük bir heyecanla okumaya bayılırdım.

Zavallı annem 12 Eylül’ün karanlık günlerini yaşadığı ve ölen, öldürülen üniversite gençlerini gördüğü için hep hayıflanır “Bu kadar okumak iyi değil evladım, başına iş alacaksın!” derdi.

Annemin haklı olduğunu çok sonra anlayacaktım. Bilmek, bilmediğinin farkına varmak insanın zihinsel konforunu gerçekten bozuyormuş…

O zamanlar Kemalettin Tuğcu’nun hikayelerini gözleri yaşlı bir şekilde okurken, Jules Verne ile hayallere dalabiliyorduk. Ama sonra derste sorulan bir soru başka bir kapı açtı. Kökenlerimle ilk kez orada ve o soru eşliğinde yüzleşmiştim. İlk hayal kırıklığım gerçekten çok büyüktü. Sabah akşam öğrendiğim onca şeyin arasında kendimi sandığım kişi olmadığımı öğrenmek çok tuhaf gelmişti.

O günkü soru beni daha ciddi kitaplar okumaya sevketmişti. Halk kütüphanesinden aldığım ve dili bir çocuğa göre çok ağır olan kitapları okurken yanımda koca koca sözlükler bulunduruyordum. İlkokul öğretmenimi masasının başında her gün defalarca rahatsız edip “Öğretmenim bu ne demek? Öğretmenim bunu biliyor muydunuz?” vb. onlarca soru ile taciz ettiğimi çok sonraları anlamıştım. Sevgili öğretmenime Allah uzun ve sağlıklı ömürler nasip etsin, hiç kızmadı ve beni bu konuda hiç bir zaman törpülemedi.

Bazen keşke törpüleseydi dediğim de olmuyor değil o gün belki beni törpüleseydi belki de bu kadar her şeyi sorgulamak ve hakikatin peşinden gitmeye çalışmak gibi bir hastalığa tutulmayacaktım. Cahilliğimle mutlu ve mesut yaşayabilecektim.

Ne kadar garip değil mi okudukça, öğrendikçe, eksikliklerimin farkına vardıkça hep yalnızlıklarım artı. Şevket Süreyya Aydemir kendisi için “Suyu Arayan Adam” demişti, bense çoğu kez sadece nefes alacak yer arıyorum.

Bazen o çocukluk yıllarına dönüp Refik Halit Karay’ın “Eskici” hikayesindeki çocuk ve ayakkabı tamircisi gibi göz yaşlarımı içime ılık ılık akıtmak istiyorum.

YORUMLAR (11)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
11 Yorum