Öykünmeyi aşamayan kendi dilini bulamaz

Öykünmeyi aşamayan kendi dilini bulamaz

Romanlarında yazan ya da yazmak isteyen karakterleri merkezine alarak yazma arzusunun felsefi katmanlarını sorgulayan yazar Kerem Eksen: “Önümüzde öykünmek dışında bir hareket alanı yoksa, içimizdeki yazma ivmesi bizi hayran olduğumuz şu ya da bu yazarın huzuruna çıkarıp orada bırakıyor, daha ötede bir yere götürmüyorsa, o zaman kendi dilimizi bulmamız imkânsız.”

SEDAT PALUT / KARAR

İlk romanı ‘Buradayız’da Selim karakterini yazan bir özne olarak işleyen Kerem Eksen, ikinci romanı ‘Uyku Krallığı’nda da Fikret’i yine yazan bir karakter olarak okuyucusuna sundu. İnsanların yazma çabasını ilginç bulan ve romanlarının merkezine taşıyan Eksen ile, ilk romanındaki Selim karakteri üzerinden kişinin yazma arzusunu, bu arzunun kişiyi yazar olarak tanımlanmaya ulaştıran katmanlarını konuştuk. Eksen, yazma arzusu duyan insan için yazabilmenin formülünün edebiyatın geçmişiyle irtibattan ve hesaplaşmaktan geçtiğini, ancak kendi dilini bulanın yoluna yazar olarak devam edeceğini düşünüyor.

İlk romanınız ‘Buradayız’ da yayınevinde editör olarak çalışan Selim’in roman yazma isteğini ve çabasını görüyoruz. Selim’in çabası entelektüel bir açıdan ziyade şu cümlede gizli gibi: “İnsanların yüzlerindeki üzüntüyü gördüm ve bir roman yazmaya karar verdim.” Selim insanlar için mi yoksa kendisi için mi bir roman yazma arzusunda, ne dersiniz?

Bu cümleden hareket edecek olursak, ki bu romanın akışı açısından gayet uygun, Selim’in öncelikle kendisi için yazmak istediğini söyleyebiliriz. En azından başlangıçtaki arzu kendisiyle, kendi yaşamıyla ilgili. Aslında bu benim için de -ve sanıyorum başka birçok yazar için de- geçerli: Yaratıcı sürece yol açan başlangıç ivmesi çoğunlukla insanın kendisiyle ve hayatıyla ne yapacağı sorusundan kaynaklanıyor. Açıkçası, genel anlamda ‘insanlar’ için yazma arzusuyla masanın başına oturmak, her şeye buradan başlamak bana pek mümkün görünmüyor. Böyle bir itkiyle yazmak demek, sanki baştan bir tür misyonla yola çıkmak, dolayısıyla romandan bir tür ahlaki ya da politik sonuç beklemek ya da ona sağaltıcılık işlevi yüklemek anlamına geliyor. Şahsen ben bu amaçların hiçbirini romansallıkla bağdaştıramıyorum.

Dolayısıyla, evet, çıkış noktası insanın kendisi için bir şey yapıyor olmasıdır bence. Öte yandan, roman yazmaya yönelik ilk adımı attığımız, deftere ilk notu düştüğümüz ya da sayfaya ilk sözcüğü yazdığımız andan itibaren, kendimizi hiçbir şekilde yalnız ve biricik olmadığımız bir dünyada buluruz. Her şeyden önce dille, dolayısıyla bir tür kolektif icatla meşgulüzdür. İlaveten, üzerine çalıştığımız türün kodlarıyla, gelenekleriyle, başarı ve başarısızlık kriterleriyle ilgilenir, onlarla bir tür sahiplenme ya da kopuş ilişkisine gireriz. Dolayısıyla da yaptığımız iş, doğası gereği, bizi ‘insanlar’la bir alışveriş içine sokar. Bundan kaçış yoktur. Ve yazarken, önümüzdeki cümleleri kendi bilincimizin dışından bakarak değerlendirip tartmaya, insana nesnellik duygusu ve güveni veren (ama aslında hiçbir şekilde nesnel olmadığını bildiğimiz) birtakım kıstaslar bulmaya çalışırız. Bütün bu nedenlerle de, bir roman yazıyor olmak bizi -ister gerçek olsun, ister varsayımsal- başka bilinçlere doğru açar. Dolayısıyla, itici güç ya da temel amaç insanın kendisiyle ilgili olmakla beraber, roman ister istemez ‘insanlar için’ yazılan bir şey. Ancak, dediğim gibi, buradaki ‘için’, herhangi bir misyon ya da faydayı ima etmiyor, sadece bir tür yönelimi tarif ediyor.

Romanınızda Orhan Pamuk, Dostoyevski, Ahmet Mithat gibi önemli yazarlara göndermeler var. Selim iç dünyasında onlarla konuşuyor. Selim gibi bir yazar adayının önemli yazarlara bu kadar öykünmesini yazarın yazı ile ilişkisi açısından nasıl değerlendirirsiniz? Başka yazarlar üzerinden kendine ulaşmaya çalışması yazarın kendi dilini bulması adına sorunlu değil midir?

Benim için başka yazarlara öykünmek yazarlık eğitiminin ana gövdesini oluşturuyor. Neticede insanın içinde patlamaya hazır bir yanardağ gibi bekleyen, ifade edilmeye değer bir sürü fikir, sezgi, duygu vb. olabilir. Ancak bunlar ancak başlangıç için itici bir güç verebilir bize. Oysa bir sanat pratiğinin içine girmek ancak bu aşamadan sonra başlar. İlk cevabımda belirttiğim gibi: Yazmaya başladığımızda, yani kendimizi bir pratiğin içinde bulduğumuzda, o pratiğin -yani roman yazma işinin- o güne kadar icat edilmiş bilumum araçlarını, tekniklerini, biçimlerini göz önünde bulundurmak, onlardan ilham almak ya da onlarla hesaplaşmaya girmek durumundayız. Bu da ister istemez öykünmeyi devreye sokuyor bence. En azından kendi referans noktalarımızı oluşturuyoruz, örneğin kendimizi Dostoyevski’den ziyade Tolstoy’a, Beckett’ten ziyade Camus’ye, Atay’dan ziyade Tanpınar’a yakın hissediyoruz ve bu bile ister istemez öykünmenin devreye girmiş olmasına yol açıyor.

Ancak tabii, önümüzde öykünmek dışında bir hareket alanı yoksa, içimizdeki yazma ivmesi bizi hayran olduğumuz şu ya da bu yazarın huzuruna çıkarıp orada bırakıyor, daha ötede bir yere götürmüyorsa, evet, o zaman kendi dilimizi bulmamız imkânsız olabilir.

Selim yazmak için belirli bir olgunluğa ulaşmak için yerli yabancı birçok yazarı okumaktan bahsediyor. İsim de veriyor. Yazmak için hazır olmak, ne demektir sizin için?

Sanırım önceki yanıtımda kendi açımdan bunun ipucunu vermiş oldum: Eğer yazma ivmesinin bizi mevcut, bildiğimiz, hayran olduğumuz yazarların ötesinde bir yere taşıyacağına inanıyorsak, kendimizde buna dair bir ışık görüyorsak, o zaman yazmak için hazır olduğumuzu düşünebiliriz. Öte yandan bu konuda tamamen yanılıyor olabiliriz. Haklı olup olmadığımızı basit nesnel kıstaslarla bilmemiz mümkün değil. Ne olabilir bu kıstas? İçten gelen bir güven mi, başkalarının beğenisi ve takdiri mi, falanca ödülün bize verilmesi mi, güvendiğimiz bir okurun yorumu mu, ‘tarihin sınavı’ gibi bir şey mi? Bunu bilmek zor. Kendi adıma, bu konuda benim için esas yol göstericinin, birkaç güvendiğim okur olduğunu söyleyebilirim.

YAZMA ARZUSUNUN TEMELİNDE KENDİNE DÜNYADA YER YARATMAK VAR

Selim bir yerde, “Orhan Pamuk roman yazıyorsa bir roman ruhu vardır” diyor. ‘Roman ruhu’ ifadesini biraz açar mısınız?

Tabii bu biraz ironik bir şekilde kullandığım bir tabir. Şu malum, Hegel’den mülhem ‘zamanın ruhu’ lafına bir gönderme... (Zaten Hegel göndermesi de kitapta geçiyor.) Bununla berber, ‘ruh’ teriminin bu kolektif kullanımı -bunun felsefi açıdan isabetli olup olmadığını bir tarafa bırakalım- benim için engellenemez bir cazibeye sahip, en azından bu romanı yazarken öyleydi. Zamanın ruhundan ya da örneğin havada ‘roman ruhu’ olup olmadığından bahsettiğimizde, dünya deneyimimizi oluşturan sayısız unsura kendi açımızdan bir düzen kazandırmış, dünyanın bize sunduğu çokluğu derleyip toparlamış, bu çokluğa bir mânâ, hatta bir tür ‘can’ atfetmiş oluyoruz. Selim’in de yapmaya çalıştığı bu aslında: Kendine dünyada bir yer yaratmak, bunu yaparken belli pratiğin içine girmek ve dünyayı oradan, o pratiğin içinden mânâlı kılmaya çalışmak. İşte bu bir ‘ruh’ arayışı onun için. Orhan Pamuk -gene hafif ironik bir tarzda da olsa- Selim için kendini bu pratiğin içinde var edebilen, dünyayı oradan inşa edip anlamlandırabilen bir yazar. Onun varlığı da bir umut kaynağı bu nedenle: İşte, diyor Selim, birileri bunu yapabildiğine göre başkaları da yapabilir, ben de yapabilirim.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN