Müslümanların sıkıntılarına kurtuluş reçetesi

Müslümanların sıkıntılarına kurtuluş reçetesi

Bugünkü İslam âleminin içinde bulunduğu sıkıntıların benzerlerini tarihte, hatta asr-ı saadette görmek mümkündür. İslam’ın ilk yıllarında bir avuç Müslümanın Mekke müşrikleri tarafından nasıl kuşatıldığı, sosyal hayattan tecrit edildiği, ekonomik yaptırımlar dâhil türlü türlü zulüm ve işkencelere maruz bırakıldığı bilinen bir gerçektir.

19-05/24/niyazi-1558708804.png

Bu yazıda “Müslümanların yegâne reçetesi budur, başka bir çıkar yol yoktur” demiyoruz. Fakat gösterilen küçük reçeteler, büyük reçetelerin bir parçası olarak hizmet göreceğini düşünüyoruz.  Bize göre; 

Müslümanların kurtuluş reçetesi Kitap ve Sünnettir. Bir de bu iki kaynakta yazılan reçeteleri iyi okuyan Ehl-i Sünnete bağlı İslam âlimlerinin eserleridir. 

“Tarih tekerrür eder” diye kabul görmüş, tecrübeyle doğruluğu sabit olmuş tarihi bir söz vardır. Bir hastalığa iyi gelen bir ilaç piyasada varsa, aynı hastalık için aynı ilacı kullanmak doğru bir mantıktır. Yeniden Amerika’yı keşfetmeye gerek yoktur. 

Bugünkü İslam âleminin içinde bulunduğu sıkıntıların benzerlerini tarihte, hatta asr-ı saadette görmek mümkündür. İslam’ın ilk yıllarında bir avuç Müslümanın Mekke müşrikleri tarafından nasıl kuşatıldığı, sosyal hayattan tecrit edildiği, ekonomik yaptırımlar dâhil türlü türlü zulüm ve işkencelere maruz bırakıldığı bilinen bir gerçektir.  

Hicretten sonra da bu kuşatmalar genişleyerek devam etti. Müşriklerle birlikte, Yahudiler, münafıklar ve Hıristiyanlar tarafından maddi-manevi savaşlarla Müslümanlar tam bir abluka altına alındılar. Ancak sonuçta zafer İslam’ın ve Müslümanların oldu. 

Peki, Müslümanların bu zaferlerinin sırrı neydi? 

Bugün tekerrür eden eski sıkıntıları izale eden eski reçeteleri tekrar kullanmak, uzunluğuyla beraber en kısa yol olduğunda şüphe yoktur.     

Şimdi bu konuyu ana hatlarıyla inceleyelim. 

  1. a) Önceliği olan konulara öncelik vermek

Asr-ı saadette Müslümanların kazandığı bu zaferlerin en önemli bir faktörü ‘Tedriç metodu’ nun kullanılması, bu metot içerisinde hikmetli şartların öncelediği hususların uygun zaman ve zeminde yapılmış olmasıdır. 

Şüphesiz, o dönemde bu hikmetli sıralamayı ders veren bir nübüvvet süreci vardı. Ancak, her zaman o hikmetlerin inceliklerini ders veren nebevi uygulamalardan ders çıkaracak bir akl-ı selim, bir ilm-i mücerreb de vardır. 

Bedir savaşı sırasında ordunun konuşlandırılması hususunda bir sahabinin tecrübesinin; Hendek savaşında Selman-ı Farisi’nin akıl ve tecrübesinin esas alınması, akıl ve tecrübenin önemini gösteren canlı birer misaldir. 

Allah yolunda cihad, -zorunlu olmadığı sürece-maddi olmaktan çok manevi olmak durumundadır. Bu cihad öncelikle Müslümanların nefsani arzu ve isteklerine gem vuracak, onları Allah’ın rızasını gösteren Kitap ve Sünnet dairesinde çalıştıracak, ümmetin umumi menfaatlerini onların şahsi menfaatlerine tercih ettirecek bir eğitim seferberliği şeklinde olacaktır. İçinde medrese, mektep ve tekkelerin ilim, fikir, zikir ve kültür şubeleriyle bir ortak payda da uzlaştığı, İslami Literatürde yer alan hakiki din ilimleri ile gerçekleri yansıtan fen bilimlerinin omuz omuza verdiği irfan geleneğini canlandıracak bir eğitim olacaktır. 

  1. b) Kitap ve Sünnette Manevi Cihad

Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, ilim ve fikir bazında yapılan çabalar/gösterilen gayretler, büyük cihad olarak değerlendirilmektedir.  

“Resulüm! Kâfirlere boyun eğme ve Kur’an ile onlara karşı büyük cihad et”  mealindeki bu Mekki ayette Kur’an’la cihad emri verilmiştir ki, bunun bir manevi cihad olduğu açıktır. 

Maddi savaşın bahis mevzuu olmadığı Mekke döneminde inen Furkan Suresinde yer alan ve “Kur’an ile ön görülen büyük cihad” emri, çok açık olarak, bir  manevî cihad  projesi olan fikrî ve ilmî mücadele anlayışını ortaya koymaktadır. 

Hadis-i şerifte “(En büyük) Mücahid Allah için nefisiyle cihad eden kimse” olduğu belirtilmiş, “ Nefse karşı yapılan cihada büyük cihad” adı verilmiştir. 

Hz. Peygamber, on üç yıl boyunca Mekke döneminde, düşmana karşı elindeki tek silahı olan Kur’an-ı Mucizu’l-Beyan’la cihad etmiş ve gün geçtikçe insanların kalplerini fethederek, manevî cihadın bir sonucu olan pek çok fütuhata imza atmıştır. Bu karşı durulmaz silaha karşı, düşmanın eli-kolu bağlanmış, fikir ve ilim alanında büyük bir hezimete uğramıştır. 

  1. c) İslam dini öldürmeye değil, diriltmeye gelmiştir.

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeye çağırdığı zaman, Allah’a da, Resulüne de cevap verin. Bilin ki Allah kişiyle kalbinin arasına girer ve siz Onun huzurunda toplanırsınız”(Enfal:24) mealindeki ayet ve benzerlerinde vahyin esas maksadı insanları imanla diriltmek olduğuna dikkat çekilmiştir. Şimdi insanı diriltmeye, Allah ve resulünü sevdirmeye gelen bir dinden daha sevimli ne olabilir ki.. Bugünkü önceliklerimizin en önemlilerinden birisi de Müslümanları sevgi dolu, şefkat dolu bir gönül bağında birleştirmektir. Her şeyden önce, İslam âlimleri ve mütefekkirleri tarafından Müslümanlara ve diğer insanlara Allah sevgisi, Kur’an sevgisi, peygamber sevgisi, insan sevgisi güçlü bir şekilde telkin edilmelidir. Çünkü bu sevgi, Müslümanlara İslam dininin emir ve yasaklarına bağlı kalmayı, hayatlarını onların tayin ettiği bir çizgide sürdürmeyi sağlayacaktır. Çünkü seven, saygısızlık yaparak sevdiğini incitmez, onun bir sözünü iki etmez, onda kusur aramaz, ona başkasını tercih etmez, “Allah bes, gayrı heves” der, başka bir şey demez. Allah sevgisi etrafında kenetlenmiş insanların birbirlerini sevmeleri, dertleriyle dertlenmeleri, sevinçleriyle sevinç duymaları, bir cesedin organları gibi tasada-kederde, huzurda–neşede, birbirlerinin durumunu paylaşıp ortak olmaları gibi insani erdemlerden uzak kalmaları mümkün değildir. “Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyn-el İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır. Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz Şeriat-ı Garra ve kılıncımız da berahin-i katıa(kesin bilgi ifade eden deliller) ve maksadımız i’lâ-i Kelimetullahtır”  Yani bir Müslüman olarak : “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” diyerek ortaya çıkmalıyız. 

  1. d) Önce Müslümanların haddini bilmeleri gerekir

Evet, Allah’ın Müslümanlara yüklediği görevlerin dışına çıkmak, Allah’ın işini yapmaya yeltenmek, haddi bilmemektir, haddi aşmaktır. Allah Müslümanlara İslam’ı güzelce yaşama, güzelce aktarma/tebliğ görevini vermiştir. İnsanları hidayete eriştirme görevini kesinlikle vermemiştir. “(Resulüm!  Sen istediğini hidayete getirmezsin. Lakin Allah dilediğini hidayete eriştirir” mealindeki ayette bu hakikatin altı çizilmiştir. 

Buna göre İslam’a hizmet dava eden kimse, güzelce, sevgiyle, yumuşak lisanla insanlara İslam’ı anlatmak yerine, ‘onlara hidayeti dayatmaya soyunursa’, haddini aşmış, Allah’ın işine müdahil olmuş olur. Bu gün İslam kisvesine bürünmüş, her tarafında cehalet kokan bazı örgütlerin gayr-ı insani tutum ve davranışların altında yatan önemli bir faktör ‘bu haddi bilmezliktir.’ 

Son olarak şu ayete kulak verelim: 

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Dinine ve Kur’ana) sımsıkı sarılın! Parçalanıp ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, Allah kalblerinizi (İslâm’a ısındırıp) birleştirdi. Onun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz. Ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi o kurtardı. İşte Allah, ayetlerini size böyle açıklıyor ki hidayete eresiniz.”(Al-i İmran, 3/103) 

 

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN