Ramazan düşünceleri

Ramazan ve İslâm Dünyası. Bir Ramazan’a daha kavuştuk, şükürler olsun. Salıyı çarşambaya bağlayan gece sahura kalkacak ve Ramazan’ın, rahmetini, bereketini, maneviyatını yaşayacağız ama içimizde dinmek bilmeyen bir sızıyla… İslâm dünyasının büyük bir kısmında gelecekten ümidini kesmiş milyonlarca Müslüman’ın zulüm altında inlediğini, açlıkla, susuzlukla, hastalıkla boğuştuğunu; bir kısmında da görgüsüz petro-dolar zenginlerinin Şeddadi binalardan oluşmuş köksüz ve ruhsuz şehirlerinde “aksırıncaya, tıksırıncaya” kadar tıkındıklarını ve ağababaları Amerika’ya su gibi servet akıttıklarını düşündükçe lokmalarımız boğazlarımızda düğümlenecek, kahrolacağız. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” buyuran Peygamber-i zî-şânın telkin ettiği ahlâk nerede ve benim atalarımın bir zamanlar peygamberine duyduğu derin hürmet ve muhabbetle “kavm-i necib” dediği torunlarınınki nerede?

***

Ramazan ve Gelenekler. Ramazan, Türkiye’de millî geleneklerle bezenmiş, dünyevî ve uhrevî neş’eyi bir araya getirdiği için başka İslam ülkelerinde rastlanmayan güzelliklerin yaşandığı bir aydır. Eski Ramazanlarda geceyle gündüz âdeta yer değiştirir ve hayat şaşırtıcı bir renklilik ve canlılık kazanırdı. “Nerde o eski ramazanlar!” edebiyatının arkasında, Ramazan aylarında yaşadığımız hareketliliğin ve neş’enin hâtıraları gizlidir. Bu zevki ihya etmek, bana sorarsanız, sosyal barış açısından son derece hayatî bir önem taşıyor. Mesela kandil ve mahya, milli hayatımızın Ramazan’a ve kendil gecelerine mahsus geleneklerinden biridir. Bu gelenek niçin yeni buluşlarla ihya edilerek Ramazan geceleri İslam’ın nurunu temsil eden bir ışık şölenine çevrilmez, anlamıyorum. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010 yılında bir mahya yarışması yapılmış ve jüri olağanüstü güzellikte projeler arasında seçim yapmakta zorlanmıştı. Bu projelerden hiçbiri maalesef uygulanmadı.

***

Ramazan ve Modern Edebiyatımız. Ramazan’ın modern edebiyatımızda yer alıp almadığını tespit edebilmek için geniş bir tarama yapılması gerekir. O kadar çok roman, hikâye ve şiir yazılıyor ki... Hepsini okuma imkânım olmadığı için bugünkü edebiyatımızda Ramazan’ın varlığı yahut yokluğu konusunda bir kanaat serdedemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Ramazanlar, artık günlük hayatımızın akışında köklü bir değişiklik yaratmadığı gibi eskisi kadar renkli de yaşanmıyor. Aslında hayatı canlı ve renkli kılan, geleneklerdir. Ramazan’ın asırlar içinde oluşan ve yaşanan gelenekleri, hafızalarda çok canlı izler bırakıyordu. Hatırat kitaplarını okurken eskilerin anlatacak ne çok şeyleri varmış diye düşündüğüm olur. Bugün yaşadığımız hayat, eskilerinkiyle kıyaslanamayacak kadar renksizdir. Şöyle bir düşününüz bakalım, çocukluk yıllarınızdan neler hatırlıyorsunuz? Derinliğine yaşanmayan şeyler edebiyata da yansımıyor. Meseleye bir de böyle bakmak gerekir.

***

Kitap ve Kültür Fuarı. Eski İstanbul Ramazanlarından söz edenler, Beyazıt ve Fatih Camilerinin avlularında iftar öncesinde açılan sergileri anlata anlata bitiremezler. Tespihinden porselen eşyasına, yiyeceğinden giyeceğine kadar hemen her şeyin satışa sunulduğu bu sergilerde canlı sohbet halkaları da kurulur; insanlar iftar vaktini beklerken hem alışveriş eder hem hoşça vakit geçirirlermiş. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından dört beş yıldır Beyazıt Meydanı’nda açılan Kitap ve Kültür Fuarı’nı bu sergilerin, dolayısıyla bir geleneğin devamı gibi görme eğilimindeyim.

Kitap ve Kültür Fuarı, önceleri Dinî Yayınlar Fuarı adıyla Sultanahmet Camii avlusunda açılır, Sultanahmet Meydanı da Belediye tarafından bir çeşit şenlik alanı olarak düzenlenirdi. Fakat zamanla bu meydanda oluşan Ramazan rantı yüzünden her yıl biraz daha göze batar hale gelen zevksizlik ve görgüsüzlük tahammül edilemez hale gelmişti. Ramazan bahane edilerek meydan bir yeme-içme panayırına dönüştürülürdü. Sultanahmet Camii’nin yaydığı ruhaniyeti berhava eden, güya eski İstanbul evlerine benzetilmiş derme çatma barakalar, köfte cızırtıları, sucuk ve yanık yağ kokuları, nargile fokurtuları kötü müzik ve baş döndürücü bir kalabalık...

Halka eğlenmeyi, hoşça vakit geçirmeyi çok görenlerden değilim. İnsanlar, kendilerini mutlu eden bir duyguyu, bir güzelliği içinde yaşadıkları toplumla paylaşmak, başkalarıyla iç içe, dizdize olmak istiyorlar. Belediyelerin bu ihtiyacı karşılamak için birtakım faaliyetlerde bulunmaları çok tabiidir; ancak daha ‘yaratıcı’ olmaları ve halka İstanbul’un çeşitli bölgelerinde alternatif imkânlar sunmaları gerekir. İftar çadırlarına da bir çekidüzen verip bu çadırlardan sadece ihtiyacı olanların yararlanmalarını sağlayacak bir çözüm yolu bulunmalıdır.

Bu Ramazan’da Beyazıt ve Sultanahmet meydanlarının daha nezih mekânlar olarak hizmet vereceğini umuyorum.

Âkif’in duası. Mübarek Ramazan’ın bütün İslam âlemine barış ve huzur getirmesini temenni ediyor ve bu yazıyı Mehmed Âkif’in şu duasıyla noktalamak istiyorum:

Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,

Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;

Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan

Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.

Mâdâm ki verdin bize bir rûh-ı nevîn,

Yâ Rab, daha bir nefha-i te’yîd insin!

NOT. Aziz okuyucularım, bundan sonra sadece pazar günleri birlikte olacağız. Aynı anda yazmakta olduğum iki kitabı tamamlayabilmek için zamana ihtiyacım var. Beni anlayacağınızı umuyorum.

Derkenar

İKİ BÜYÜK KAYIP

İSAM Kütüphanesi’nin ikinci katındaki köşesinde yıllardır sessiz sedasız çalışarak önemli dönem romanları yazan Mehmet Niyazi ağabey artık yok. Son zamanlarda bir hastahanede tedavi görmekte olduğunu biliyor ama sık sık hastalanıp üçer beşer gün gözden kaybolduğu için bugün yarın çıkar gelir diye düşünüyordum. Merhumun Çanakkale Mahşeri, Kanije, Yazılmamış Destanlar, Yemen Ah Yemen, Plevne isimli romanları kılı kırk yararcasına yaptığı araştırmaların ürünleridir. Çok okunan bu romanların genç nesillere tarih sevgisi ve şuuru aşıladığını biliyorum. Yazmaya adadığı hayatının önemli bir kısmını Beyazıt-Sultanahmet-Babıali üçgeninde yaşayan Mehmet Niyazi, aynı zamanda bu bölgede yaşanan kültür ve edebiyat tarihinin şahitlerinden biriydi ve keyfi yerine geldiği zaman tatlı tatlı anlatırdı. Marmara Kıraathanesi çevresinde yaşadıklarını Deliler ve Dahiler isimli romanında anlatmıştı.

Son günlerde irtihal-ı dar-ı beka eyleyen dostlardan biri de, Sivas’ın hafızası kabul edilen Kadir Üredi’dir. Kendi kendini yetiştirmiş bir halk adamı olan bu değerli yazarın Şehrin Ahşap Zamanı ve Ben Sivas’ımı Sıdkınan Sevdim isimli kitaplarının, yerlisi için bir şehrin ne ifade ettiğini en iyi anlatan kitaplar olduğunu söyleyebilirim.

İki yazara da Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyorum.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum