Salyangoz hepimize bir mesaj veriyor

Salyangoz hepimize bir mesaj veriyor

İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Dr. Hale Sert, ilk öykü kitabı 'Çocukça Bir Direniş'le okuyucularını selamlıyor. Ayaklar altında ezilme riskine rağmen yolculuktan asla vazgeçmeyen bir salyangoz hikayesini aktaran Sert okuyucuya 'Kuşbakışı baktığınızda felaketle sonuçlanacağı bilinen yolculuklara neden çıkar insan? Aynı hataları neden sürekli tekrarlar?' sorusunu yöneltiyor.

SALİHA SULTAN

İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Hale Sert’in ilk öykü kitabı 'Çocukça Bir Direniş' Hece Yayınları'ndan çıktı. Kitabı görür görmez Hece dergisinde zaman zaman rastladığım ve sevdiğim öykülerin yazarını heyecanla okudum. Sert’in yoğun duygular ve imgelerle örülü öyküleri bana dünyayı daima bir vicdan terazisinin kefesinde tartan, hayata ‘boş söylemeye’ gelmediğine iman etmiş bir kuşağın samimi sohbetlerini hatırlattı. ‘Çocukça Direniş’te birbirinden farklı konulara temas ediyor görünen öykü toplamının tek bir sesi var: Dünyanın, insanın, duyguların hatta gökyüzünün değişimine ayak uyduramayan, buna ‘çocukça direnen’ ve bu direnişi oldukça naif bir şekilde dile getiren bir yazarın her biri ayrı bir notayı andıran kalp atışının sesi. Bu kalpten yükselen müziği sevdim ve sahibiyle KARAR okuyucuları için sohbet ettim.

Hikayelerinize bütün olarak baktığımızda zamanın ruhunu karakterlerinizde görüyoruz fakat olayın hangi zamanda yaşandığını çok kolay kestiremiyoruz. Teknoloji unsurunu kullanmıyorsunuz mesela...

Bir kitapla okurun karşısına çıkmak büyük bir aynaya bakmaya benziyor sanırım. Bu aynada yarı bilinçli yarı kendiliğinden yaptığınız şeylerin aslında bir bütüne vardığını bir yere oturduğunu görüyorsunuz. Şimdi siz bu tespiti yapınca birden kendimi bu büyük aynanın karşısında hissettim. Teknolojiye mesafem biraz bilinçliydi ama zamanı ve aslında çoğu kez mekanı belirtmemem neden? Bu iki tavrın birbiriyle bir ilintisi var mı?

Öykülerimde teknolojik aletlerin ya da örneğin internetin, instagramın, twitterın geçmiyor oluşu bir yanıyla bu kelimeleri Türkçe’den sadır olmamaları nedeniyle şiirsel bulmamamdan kaynaklanıyor. Yazarken aklıma dilime gelmiyor mu evet bazen geliyor. Ama ne zaman böyle bir kelime geçmesi gerekse, kulağımı tırmaladığı için sildim ve anlatmak istediğimi başka bir şekilde anlatmayı seçtim. Diğer yandan bugün güncel olan aygıtlar, uygulamalar bundan belki sadece yirmi sene sonra bile kullanılmayacak. Bu soruyu cevaplarken daha çok farkına vardım ki, öykülerimi değişken teknolojiden azade daha zamansız bir evrende kurmak istemişim. Bu tavır bir yanıyla eleştirilebilir tabii, hele de insan ve makineler, robotlar arasındaki mesafe gittikçe kısalırken.

Parçalanmış hayatlar hikayelerinizin ekseninde. Eşini aldatan, evliliği dağılan kariyer sahibi bir adamın iç döküşünü aktardığınız 'Havada' hikayeniz mesela. Bir kadın yazar olarak hikayenizin merkezine bir erkeğin sesini koymak ve hislerini yazmak. Zor değil mi?

Edebiyatın anlaşılması ve anlatılması müşkül insani halleri, davranışları anlatmaya talip bir yönü var. Hatta edebiyat, yazarı da okuru da bu zor soruları deşmeye davet ediyor diye düşünüyorum. ‘Havada’ öyküsünde yolunda giden evliliklerin hızlıca, aniden, birdenbire nasıl parçalandığını anlama çabası var. Aslında öykünün merkezine erkek karakterin sesini koyan değil aksine, kadının, çocuğun ve erkeğin seslerini ayrı ayrı dinlemeye, duyurmaya çalışan bir yapı kurmaya çalıştım. Ayrılmalarda her taraf kendi penceresinden anlatır hikâyeyi, işin ilginci kimi dinleseniz onu haklı bulursunuz. Oysa herkesi dinlediğinizde fark edersiniz ki kadın da erkek de biraz haklı biraz hatalıdır. Dışarıdan bakıldığında net görünen fotoğrafa yakından bakıldığında ilişkinin dinamiklerinin karmaşıklığı fark edilir.

Kadının erkeği erkeğin kadını yazması ise biraz içinde yaşadığımız zamanla da ilgili. Eskisi gibi değil artık. Cinsiyetler arası diyalogun, iç dökmenin, basın, sosyal medya hatta bire bir yüzyüze diyalogla çok arttığı bir dönemdeyiz. Elbette kişinin kendinden kaynaklanan sınırlar var ama eğer dinlemeyi, duymayı, odaklanmayı biliyorsanız –ki ben bu iddiada değilim ama bir imkana işaret ediyorum, artık herkes herkesi yazabilir.

YAŞANAN HER ACI ANLATILAMAMIŞ BİR BULUT GİBİ

Mültecilik, modern yaşamın handikapları, inanç, direniş, intihar, ölüm, basın... Her öyküde ayrı bir probleme ayna tutuyor, trajedilerimize kayıtsız kalmıyorsunuz. Hatta bazı öykülerinizi okurken yazarının hissettiği 'sorumluluğun' ağırlığını yer yer hissettim diyebilirim. Düzeltilecek bir dünya mı görüyorsunuz pencerenizden dışarı baktığınızda? Ve siz her şeye karşı sorumlu musunuz gerçekten?

Şu sıralar elimde Duygular Sözlüğü isimli bir kitap var. “Duygular bize değil de biz duygulara aitmişiz gibime geliyor” diyor yazar kitabın girişinde. Savaştan kaçan insanların hikayesini okurken, dinlerken, seyrederken bu zulmü anlamaya çalışıyor, zalimler ve zulmet karşısında hayrete düşüyorum. Bence hepimiz farklı şekillerde, oranlarda bu duyguları yaşıyoruz. Yaşanan her acı, hikâyenin üzerinde tam olarak adı konulamayan ve anlatılamayan duygular alaşımı, bir bulut gibi asılı duruyor sanki. Ve birileri, sanatkâr birileri, sadece olayı aktarmak yerine onun bir üstüne çıkıp o duyguya varmak istiyor. Ressamı, senaristi, yönetmeni, şairi, romancısı, öykücüsü… Kendinde, bütün insanlarda mündemiç o duygu neyse onu bulup çıkarmak, işlemek, o acıyı, direnci, ölümü, yolculuğu bir nebze olsun kalıcı kılmak istiyor. Ben de bigâne kalamadığım hikayeleri yazarken daha çok duygulardan yola çıkıyor ve yine duygulara varmaya çalışıyorum. Öykü bittiğinde anlamaya ve anlatmaya çalıştığım o yoğun duygu okura aynen geçsin istiyorum.

'Tırtılın Ölüm Dediğine Usta Kelebek Der' fabl öykünüzde, 'zamanın üstünden kayar gibi geçip gidemeyen' o 'herkesten farklı' salyangozun 'insanların ayakları altında ezilmekten kurtarmak' istediği kim?

Bu öyküye nazar eylediğiniz için çok teşekkür ederim. İnanın bazen önceki sorularınızda değindiğim o anlama çabası o kadar derin ve farklı katmanlara gidiyor, iniyor ki öykü yazıldıktan, bittikten sonra dönüp okuduğumda tam olarak bir cevaba varamadığımı görüyorum, ya da geldiğim noktaya ben de şaşırıyorum.

Bu öykü de kendime sorduğum sorulara, cevapların belki çok kadim yerlerden geldiği, toplumsal bilinçaltının işlediği –belki de bu yüzden öykü bir fabl şeklinde, klasik bir biçimde döküldü- bir hikaye süzüldü kalemden.

Salyangoz ezilmeye, kırılmaya çok açık korunaksız bir hayvan, biz insanların yanında hele. Yağmurların boşandığı bahar aylarında insanların yürüyüş yollarında nasıl hala çekincesizce dolaşabiliyorlar? Bu bir hataysa neden sürekli aynı hatayı yapıyorlar? İnsan da aynı böyle değil mi diye sormak istedim. Kuşbakışı baktığınızda felaketle sonuçlanacağı bilinen yolculuklara neden çıkar insan? Aynı hataları neden sürekli tekrarlar? Öyküdeki salyangoz karakteri kendini, soyunu ayaklar altında ezilmekten kurtarmaya çalışırken ben bu soruların cevabını arıyordum.

Sait Faik "Kalemi yonttum. Yonttuk tan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım", Yunus Emre ise "Ya ben öleyim mi söylemeyince" diyor. Ya siz? Devam edecek mi öykü...

Bana bahşedilen ömürde kalan sürem müddetince yazmayı diliyorum. Çok kolay yazabilen ve çokça yazan biri değilim ama yazdıkça büyük resimde gri kalan alanlar renkleniyor, mümkün olmadığını bilsem bile tamlığa, bütünlüğe erişme çabası yazmak benim için.

ÖYKÜNÜN ŞİİRE YAKIN BİR YANI VAR

'Nazarları Ayarlama Enstitüsü', 'Düşerken', 'Parça Tesirli Kriz', 'Sukutuhayal', 'Yüz Bilicisi'. Öykü başlıklarınız yoğun imgeler yüklü. Kitabın sayfalarına açılmış derin yarıklar gibi bir yandan. O yarıkları daha fazla kelimeyle doldurmayı mı isterdiniz ya da 'short short story' deneyecek misiniz?

Öykünün şiire yakın bir yanı var malum. Yoğun ve çağrışımı yüksek daha az kelimeyle, imgelerle daha derin bir anlatımı yakalayabiliyorsunuz. Bir okur olarak kısa, yoğun ve vurucu öyküler okumayı seviyorum. Hepimiz seveceğimiz türden işleri ortaya koymaya meyilliyiz. Sizin de sezinlediğiniz gibi kısa öykülerle ama yarıklar aça aça ilerlemeye devam edeceğim sanırım, daha uzun bir anlatıya evrilirsem kendimi de şaşırtırım açıkçası. Okura boşlukları doldurma heyecanını, hazzını veren kurgusu gevşek, sonu açık hikayeler hayatın gerçekliğine daha yakın duruyor. Hangimiz bizzat yaşadığımız olayların bile tam olarak künhüne vakıf oluyor, anlamlandırabiliyoruz ki?

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN