Türkiye’de tarih hâlâ canlı bir savaş alanı

Türkiye’de tarih hâlâ canlı bir savaş alanı

Prof. Dr. İsmail Kara’nın ‘Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe’ kitabının genişletilmiş baskısı okuyucuyla buluştu. Kara, neden İslâm tarihi konusunda detaylı ve güncel incelemelerde bulunduğunu “İslâmcıların iddialı İslâm ve Osmanlı tarihi yorumları fevkalâde problemli ve sığdır... Türkiye’de yakın tarih hâlâ canlı bir savaş alanı, bir ideolojik çatışma bölgesi” sözleriyle açıklıyor.

ERKUT TEZERDİ

İslâmcılık alanında kapsamlı çalışmalar ortaya koyan Prof. Dr. İsmail Kara, güncel araştırma ve incelemelerine devam ediyor. Dergâh Yayınları’ndan çıkan ‘Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe’ eseri de bunlardan yalnızca biri. Yakın tarihe ilişkin görüş ve makalelerinden oluşan kitabını güncel bilgilerle yeniden okuyucuya sunan Kara, “Çalışma tarzım itibariyle hiçbir kitabımın, yazımın defterini nihai olarak kapatmam. Hepsi benimle birlikte canlı olarak yaşamaya devam ederler” sözlerini kaydediyor. Kara ile kitabını konuştuk.

Siz düşünce tarihi üzerine çalışan bir akademisyen ve bir araştırmacısınız fakat deneme kitaplarınızın da hususi okuyucuları var. Nasıl oldu bu?

Gençlik yıllarımdan itibaren deneme yazma mahareti kazanmayı önemsediğimi söyleyebilirim. Belki uzun yıllar yayıncılıkla uğraşmam beni bu yönü de önemsemeye sevk etti. Ayrıca bana göre akademik, uzun, dipnotlu metinler yazan bir ilim adamı aynı meseleyi deneme standartlarında, daha geniş okuyucuya hitap edecek tarzda ve tatta da yazabilmelidir. En azından yazmayı denemelidir. Bu iki yazma biçiminin birbirini besleyen tarafları da var. Türkçede en iyi örneklerden biri belki Tanpınar. Orhan Okay, Beşir Ayvazoğlu…

Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe kitabınızın yeni baskısında ne gibi değişiklikler yapıldı?

Çalışma tarzım itibariyle hiçbir kitabımın, yazımın defterini nihai olarak kapatmam. Hepsi benimle birlikte canlı olarak yaşamaya devam ederler. Şimdi hacimli bir kitap yahut bir kitabın uzunca bir bölümü haline gelen bazı konulara dair yazdığım ilk yazılar birkaç sayfalık metinlerdir. Yakın talebelerime bunları söyler ve okuturum; bir fikrin nasıl gelişerek büyük bir metin haline gelebileceğini görmeleri için… Takip fikri dediğimiz biraz da böyle bir şey. Israrla takip ettiğiniz şey de sizi takip ediyor. Kitaplarımın kütüphanemdeki kullandığım nüshaları notlarla, kâğıtlarla, fotokopilerle doludur. Bulduğum, tesadüf ettiğim yeni bilgiler, fark ettiğim yeni hususlar oralara girer. Ayrıca tashihler, ifade iyileştirmeleri de yaparım. Yeni baskılarda bunlar kullanılır, ekler ve yeni düzenlemeler yapılır. Deneme kitaplarımın ilk üçü 1998’de basılmıştı. Baskıları tükenmiş olmasına rağmen sadece Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye’ye 2002’de nihai halini verebilmiştim. O çok okunan ve aranan bir kitap biliyorsunuz. Yeni çalışmalardan diğerlerine vakit ayırmam mümkün olmamıştı. Nihayet geçen sene Amel Defteri’ne, bu sene de Biraz Yakın Tarih’e nihai hallerini verdim. Yeni baskılarda “Zeyl” başlığı altında müstakil birçok ilave var. Son kitabın üçte bir hacminde büyüdüğünü söyleyebilirim. Bundan sonra bunlara dokunmayacağım.

Yazılar, çıkış noktası ve nihai halleri bakımında nasıl bir araştırma ve fikir iklimi içinde vücut buluyorlar?

Tekrarladığım bir söz var: Kitapların ve yazıların da bir kaderi var. Yazarın, memleketin, dünyanın da bir gidişi var. Bunlar bir yazıda iç içe geçer. Okuyucu bunların tamamını belki göremez ama yakın zamanlarda gelişen entelektüel biyografi çalışmaları bir yazarın, bir ilim ve fikir adamının, bir sanatkârın hayatı ile yazıları, metinleri, onların kronolojileri arasında irtibatlar kurma iddiasındadır. İlk üç kitaptaki yazıların bir kısmı gazete yazısı, bazıları dergilerde çıkmış değiniler, derkenarlar, okuma notları, kitap tenkitleridir. Fakat kitaplara dağılırken ve orada bir sıraya girerken kendi kronolojilerinden ayrı olarak konu yakınlıkları gözetilir.

Siz tarih alanını önemseyen bir yazarsınız. Bu kitabınızın başlığı da ona işaret ediyor. Bir düşünce tarihçisi için “tarih” ne anlama geliyor?

Tarih var tarih var. Muhafazakâr, mütedeyyin bir çevrede yetiştiğimiz için özellikle yakın tarihle canlı ve ideolojik denebilecek bir alakamız vardı. Türkiye’de yakın tarih hâlâ canlı bir savaş alanı, bir ideolojik çatışma bölgesi olduğu için biz de çocukluğumuzda bir şekilde gayriihtiyari olarak oradaki yerimizi almıştık. İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü tahsilim sırasında İslâm tarihiyle biraz daha yakından ilgilendim. Ayrıca bile isteye İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünde okudum. Sonra gayriihtiyari olarak yer aldığımız tarih savaş alanını, tarafları, onların bilgi düzeylerini, hissiyatlarını, aradaki boşlukları ve problemleri biraz daha yakından tanımaya ve sebeplerini anlamaya başladım. Devam ettim, düşünce tarihiyle, felsefeyle ilgilenen biri olarak tarih yazımlarına, tarih felsefelerine doğru hareket ettim.

Ettiniz ve görebildiğim kadarıyla sağ-muhafazakâr-milliyetçi çevrelerin, İslâmcıların yakın ve uzak tarih anlayışlarına tenkitçi bir gözle bakmaya başladınız. Kitabınızda bunların işaretleri var…

Öyle. Burada birkaç katmandan, etki alanından bahsetmek lazım. Büyük kalabalıkların tarih anlayışı hissiyat üzerine kuruludur ve büyük ölçüde zaman üstüdür. Vatandaş için normaldir de. Yani hesabı verilmiş yahut mukayeseli bilgi düzeyine pek çıkmaz. “Bu dünya sultan Süleyman’a bile kalmadı” dediğinizde aynı zamanda bir tarih anlayışından bahsediyorsunuz. Hangi Süleyman acaba? Kuşlara bile hükmeden Hz. Süleyman peygamber mi, Kanuni Sultan Süleyman mı, Süleyman Demirel mi? (gülüyor). Türkiye’deki problem eğitim almış insanların, hatta tarihçilerin de yakın ve uzak tarihe büyük ölçüde hissiyat düzeyinde kalarak bakmalarıdır. Bu hiç de iyi bir şey değil ve tarih eğitimi dahil olmak üzere eğitimimizin, kültürlenme biçimimizin kademe gözetmediğini, iyi ve vasıflı olmadığını da gösterir. Maalesef. İşte Sultan Abdülhamit meselesi böyledir. Bir taraf için diyelim ki milliyetçi, muhafazakârlar için hâlâ evliya padişah, ulu hakan, diğer taraf için diyelim ki -Kemalistler ve solcular- müstebit, kızıl sultan. Bunların ikisi de doğru değil, tarihi hakikat ortalarda bir yerde. İslâmcıların iddialı İslâm ve Osmanlı tarihi yorumları da fevkalâde problemli ve sığdır. İşte “Emevi İslâmı” vurguları, “gerçek İslâm-Tarihi İslâm” ayırımları bu problemlerin ve sığlıkların arasından çıkıyor ve hâlâ hüküm sürüyor.

SİYASİ-KÜLTÜREL KUTUPLAŞMA DEVAM EDİYOR

Kitabınızın ‘Yalan Tarihe Karşı Yalan Tarih mi?’ bölümünde; “Türkiye’nin yakın tarihi kesinlikle akların ve karaların, kahramanların ve hainlerin, iyilerin ve kötülerin tarihi olarak ele alınmaya elverişli değildir” diyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

Konuştuğumuz konunun bir parçası da bu. Nasıl oluyor da İttihat ve Terakki içinde, Sultan Abdülhamit muhalefetinde, Birinci Dünya Savaşı’nda, Milli Mücadele’de hem fikren hem fiilen yan yana, iç içe olan insanların bazıları bir adım sonra keskin hatlarla ayrılıyor ve biri hain, biri kahraman oluyor? Mustafa Kemal Paşa ile Kazım Karabekir Paşa gibi meselâ. Burada bir problem yok mu? Daha ince ayırımlara, tetkiklere girmemiz gerekmez mi? Acaba yalan kabul ettiğimiz tarihe karşı biz de bir yalan tarih mi uyduruyoruz? Bunun gerçek muhasebesini yapamıyoruz çünkü ideolojik savaş ve siyasi-kültürel kutuplaşma devam ediyor. Bunun bizi getirdiği yer tarihimizden bütün kuvvet ve zaaflarıyla istifade edememek, onu bir tecrübeler hazinesi olarak kullanamamak… Hâlbuki tarih bize bugün ve yarın için lazım.

İSLAM COĞRAFYASI BİLMEDİĞİMİZ İÇİN KAYIP

Kitapta bahsettiğiniz “Kayıp İslam Coğrafyası”nın tanımını nasıl yaparsınız, niçin kayıp?

Tanımadığınız, bilmediğiniz, kuşatamadığınız yer sizin için kayıptır. Bu yeni bir hadise değil ama bugün de devam ediyor. Biraz ümit kırıcı gözükebilecek örnekler de veriyorum ama maksadım moral bozmak değil, ümit kırmak hiç değil, meselenin ciddiyetini anlatmak, ümidin nerede olduğunu göstermektir. Meselâ ülkemizde büyük bir Filistin yahut İsrail mütehassısı yoktur, Vehhabîlik mütehassısı yoktur, Türki Cumhuriyetlerdeki tarikatlar mütehassısı yoktur, Yemen yoktur, Suriye yoktur, İran yoktur… Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de, Almanya’da var ama. Biz de “gönül coğrafyamız” edebiyatıyla idare ediyoruz. Ben diyorum ki “gönül coğrafyamız” hissiyat düzeyinde mühim bir şey ve tahkim edilmesi lazım. Peki ya sonrası? Bunun bilgi, ilim, felsefe düzeyleri nerede? Dışişleri Bakanlığı, üniversite, fikir çevreleri sadece edebiyatla idare edebilir mi ve bu idare olur mu?

Bu kayıp olanı nasıl bulacağız? Biraz Yakın Tarih okuyarak mı?

Hep söylüyoruz, Türkiye kendini çabuk sağaltabilecek bir ülkedir aynı zamanda. İnsan unsuru, tarihi, bugünkü potansiyeli buna imkân verir. Ama neyi nasıl öne çıkaracağımız, nerelere yoğunlaşacağımız çok önemli. Kafa patlatacak, ter dökecek, dirsek çürütecek insanlara ihtiyacımız var. Edebiyatı yapan her zaman bol miktarda bulunur.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN