Hukuk yoksa ister demokrasi isterse istibdat olsun

Türkiye son dönemde hukuk devleti anlayışında ağır kayıplar vermeye devam ediyor. Aslında diğer İslam toplumlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye hukuk alanında görece bir üstünlüğe sahip ve hukuk geleneği olan bir ülkedir.
 
Ama aynı zamanda yönetim geleneğimizin bir sonucu olarak “siyaset”in “hukuk” üzerinde baskın güç olarak ortaya çıkması da bir vakıadır. Örnekler bize gösteriyor ki hemen bütün dönemlerde, siyaset hukukun işleyişinde ne yazık ki belirleyici bir güç olmuştur.

Ancak şu anda hiçbir dönemle mukayese imkanı olmayan bir süreci yaşıyoruz. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte, hukuk sitemimiz iktidar erkinin kontrolü altına girmiş bulunuyor.

Maalesef yeni sistemle birlikte Türkiye’deki bütün kurumlar bir inkıraz hali yaşadığı için, esas itibariyle temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla oluşturulan hukuki yapılar, bırakın bireyin en temel haklarını korumayı, bizatihi hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir mekanizmaya dönüşmüş bulunuyor.

Kabul etmek gerekiyor ki şu anda olup bitenleri, evrensel hukuk normları açısından izah etmek mümkün değildir. Hukukun, siyasetin ‘longa namusu’ haline geldiğini belirten anayasa hukukçusu Prof. Dr. Kemal Gözler’in bu konudaki tespiti şöyle: “Artık hukuk, siyaseti çerçevelendirmiyor; tersine o siyasetin cenderesi altında bulunuyor.

Beş yıl önce açılmış bir soruşturma dolayısıyla bir akademisyenin neden sabah 6’da gözaltına alındığı, bir milletvekilinin yeniden seçilmesine rağmen neden yasama dokunulmazlığından yararlandırılmadığı ve tutukluluğunun neden devam ettirildiği hukukla izah edilemiyor. Bunları izah etmek için hukuk dışı unsurları göz önüne almak gerekiyor.” (1)

Oysa demokratik düzenin hukuk yoluyla korunması, demokratik hakların ancak öngörülen hukuk kuralları çerçevesinde kullanılabilmesini ve hakların kötüye kullanılması yasağını ifade etmektedir.

İşte bu noktada esas tehlike iktidarı sınırlandırmakla görevli yargısal kurumların, iktidarı tahkim eden bir mekanizma hâline dönüşmüş olmasıdır. Maalesef son dönemde, iktidarı sınırlamakla yükümlü kurumlar görevlerini yapamaz hale geldiği için, yani “denge-denetleme” prensibi buharlaştığı için iktidar her türlü sınırlamadan muaf durumdadır.

Liberal demokratik sitemde “kuvvetler ayrılığı”nın esas olduğunu özellikle vurgulayan John Locke, insan haklarının ihlalinde iki ana unsurun altını çizer; Birey ve devlet. Bir bireyin bir başkasına karşı zor kullanması ve hak ihlali, suçu gerektiren bir durumdur. Devlet ise insan haklarını ihlal etme konusunda bireylerden daha tehlikeli ve daha kuvvetli bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. Kural tanımayan ve sınırlandırılmamış bir devlet, özgürlük konusunda en büyük potansiyel tehdit durumuna gelebilmektedir. (2)

Montesquıeu’nün ifadesiyle bu tür yönetimlerde artık itidal, değişiklik, uzlaşma, vade, eşdeğerlik, müzakere gibi kavramlara yer yoktur. Ve doğal olarak her türlü yargısal sınırlamadan muaf hale gelen yönetimlerin otokrasiye dönüşmeleri kaçınılmaz hale gelmektedir.

Kabul etmek gerekiyor ki otokrasinin hakim olduğu yapılarda esas olan itaattir. Montesquıeu’nun bu konudaki tespiti son derece net: ”İstibdat devletinde yönetim, doğası gereği aşırı bir itaat talep eder. Hükümdarın iradesi bir kez tanındı mı, bu irade etkisini, bir başka topa çarpan top misali, şaşmaz bir şekilde göstermelidir.” (3)

Şunu açıkça ifade edelim, eğer iktidarların anayasal anlamda hesap vermelerini sağlayacak olan hukuk kurumları yükümlülüklerini yerine getiremiyorlarsa, yani hukuk devleti işlemez hale gelmişse, sistemin adının demokrasi ya da istibdat olmasının hiçbir önemi yoktur.

1-K. Gözler, Hukuk Nereye Gidiyor?)

2- Atilla Yayla, Liberalizm, s. 301-302.

3- Kanunların Ruhu, s.35

YORUMLAR (34)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
34 Yorum