Küreselleşmenin sonuna mı geldik?

Küreselleşme teknoloji, siyaset ve en çok da ticaretle birlikte ilerleyen bir süreç. Ülkeler, bölgeler, şirketler ve bireyler arasında genişleyen ve derinleşen, giderek de anlıklaşan bağımlılık ilişkisine işaret ediyor. Liberaller bunun iyi bir şey olduğunu iddia ediyor, Marksistler, popülistler ve daha niceleri eşitsizliği, adaletsizliği getirdiğini söylüyor. Tarihi kimilerine göre 15’inci yüzyıla, kimilerine göre çok daha eskilere, kimlerine göreyse telgrafın ya da internetin icadına dayanıyor. Andre Gunder Frank galiba biraz ifrata vardırarak küreselleşmenin kökenini Sümerler’de arıyor.

Tarihi tartışmalı olan küreselleşmenin bir kavram, inşa edilmiş bir anlayış olarak yıldızının Soğuk Savaş sonrası dönemde parladığı yine de kesin. ABD’nin bu savaşı kazandığına, önce Varşova Paktı’nın sonra da Sovyetler Birliği’nin verilen bu mücadele sayesinde çöktüğüne duyulan inanç küreselleşmenin kapitalizm üstünden kutsanmasına, galibiyetinin ilan edilmesine yol açtı. Saddam Hüseyin’in Kuveyt ‘i işgali de birliktelik duygusunu, dayanışma ruhunu pekiştirdi.

İnternetin eş zamanlı yaygınlaşması, çok geçmeden sosyal medyanın çıkması, hepsinden önemlisi de artık cebimize giren telefonların akıllanması küreselleşme duygusunu güçlendirdi. Ticaret küreselleşmeyi kurgulayanlara hizmet ettiği, küresel iş bölümü kar kadar rıza da ürettiği sürece küreselleşme külfet olarak görülmedi, faziletleri kutsandı, Sokrat’a referansla hepimizin birer küresel vatandaşa dönüştüğü söylendi.

Farklı biçimlerde de olsa kozmopolitanizm, varoluşçuluk, dünya federalistleri ve uluslararası örgütler seçme seçilmeden tutun da seyahat özgürlüğüne kadar her şeyi kısıtlı olan, hak ve sorumlulukları neredeyse bulunmayan bu küresel vatandaşlık anlayışını düşünsel düzeyde destekledi. AB’nin entegrasyon başarısı, çok uluslu şirketlerin egemen devleti erozyona uğratma çabası da küresel işbirliğinin derinleşeceğine, küreselleşmenin siyasi sonuçlar doğuracağına dair düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açtı.

Küreselleşmenin iyi bir şey olmadığını söyleyenlerin sesi ise bu baskın anlatı içinde boğuldu. Bizim alanın giriş kitaplarının başlıkları bile değişti. Uluslararası ilişkiler yerini küresel siyasete bıraktı. Özünde devletler arası ilişkileri, savaşı, barışı, krizi, güç dengelerini, Waltz’u, Kant’ı, Marx’ı anlatsak da, aktardığımız tarih diplomasinin tarihi olsa da derslerimize küreselleşmeyle başlayıp küreselleşmeyle bitirdik. Küreselleşmenin kaçınılmazlığından söz ederken en azından akademik meşruiyetine katkıda bulunduk.

Ekonomik krizler dahi küreselleşmenin hegemonik anlatısını sarsamadı, yönetilmesinin gerekliliğini ortaya çıkarttığı söylendi. G 20 kuruldu, küreselleşmenin güçlendirdiği kırılganlıklar tedavi edilmeye çalışıldı. ABD Merkez Bankası küresel sorumluluklar üstlenmeye başladı. Muhtemelen bu anlayışa paralel olarak da Amerika kendi yasalarını sınırlarını kat ve kat aşan bir şekilde uygulamaya koydu, yaptırımlar listesini gelişi güzel genişletti.

G-7 ve G-20 toplantılarını antiglobalistlerin, çevrecilerin, iklim aktivistlerinin ve Marxistler protesto etmesi ekranlara, ana akım medyaya folklorik süs olarak yansıdı. Ne dediklerinden çok ne yaptıklarına yer verildi. Ancak eş zamanlı olarak da küreselleşmenin meşruiyetini sarsacak gelişmeler yaşandı. Bir yandan suç örgütleri küreselleşirken, diğer yandan terör küreselleşti. Sonra da göç küreselleşme mitini kökünden sarstı.

Derken Brexit geldi, AB’nin çekim gücü ve entegrasyonun, karşılıklı bağımlılığın cazibesi sorgulandı. Şimdi çok daha ciddi üç süreç birlikte yaşanıyor. Bir yandan küresel iş bölümü merkezdeki mavi yakalılıları, beyaz yakalıları işsiz bırakırken ve ağır sanayi coğrafya değiştirip teknolojik ilerlemenin tekeli AB ve ABD’den Çin’e geçerken, dünyadaki ticaret dengeleri küreselleşmeyi kutsayanların aleyhine gelişirken, diğer yandan da yeni bir Soğuk Savaş başlatılıyor ve eş zamanlı olarak da popülizm metaforuyla özetlenen bir siyasi dalga küresel ve hatta bölgesel iş bölümlerinin faziletlerini sorguluyor.

Foreign Affairs’in web sayfasında yer alan makalelerinde Bonufai, Nooruddin ve Rudra yazdığı gibi gelişmiş ülkeler giderek daha fazla serbest ticarete karşı tavır alıyor. Düşük ücretli ve görece az bilgi gerektiren işlerde çalışanların serbest ticaret anlayışına verdikleri destek ciddi şekilde azalıyor. Trump, Le Pen gibi siyasetçiler de bu tepkiyi oya çevirip küreselleşme sürecini tarihteki en büyük iş hırsızlığı olarak tanımlıyor.

Çin’le çıkartılmaya çalışılan Soğuk Savaş’ın da küreselleşmeye, küreselleşmenin faziletine, meşruiyetine darbe vurması kaçınılmaz. Medeniyetler anlatısının da küreselleşemeye iyi gelmediğini not etmekte yarar var. Bir yandan dünyayı yedi-sekiz medeniyet aksında bölerken diğer yandan sınırların aşıldığını ve aşındığını anlatmak, hamburger ve kolanın küreselleşmenin göstergesi olduğunu iddia etmek hiç kolay değil.

Kaldı ki iklim değişikliği başta olmak üzere pek çok başka değişken de küreselleşmenin faziletini sorgulatıyor. Gastronomi dünyası giderek yerele, ata tohumuna, kendine yeterliliğe dönüyor. Büyük bir felaket yaşanmadığı takdirde küreselleşme tabii ki durmayacak. Facebook Metaverse olacak, Twitter belki başka bir şey, ticaret de sürecek, uluslararası nakit akışı da. Fakat görünen o ki küreselleşmenin imajını, algısını bundan sonra Thomas Friedman dahi koruyup, kollayamayacak …

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum