Türkiye’yi kim kaybetti?

Türkiye’yi kim kaybetti?” (Who lost Turkey?) Amerika-Türkiye ilişkileri açısından önemli bir soru. Yıllar önce Ömer Taşpınar ve Philip Gordon Brookings tarafından yayınlanan Winning Turkey (Türkiye’yi Kazanmak) başlıklı kitaplarında bu soruyu farklı bir şekilde sormuşlardı. Şimdi de Foreign Policy’de Keith Johnson soruyor, cevaplarını arıyor, ilişkilerin tarihine bakıyor, iki tarafın da birbirini ama en çok ABD’nin Türkiye’yi anlayamadığı üstünde duruyor. Tüm tespitlerine katılmasam da yazısı Amerika’daki Türkiye algısı açısından yeni ve sağlıklı bir başlangıca işaret ediyor.

***

Çünkü uzun süredir ilk kez akademik olmayan, karar vericiler için siyasi imalara taşıyan bir yazıda bir Amerikalı olan bitene Türkiye perspektifinden de bakıyor. Yazının başlığı bile kendi başına mesaj içeriyor, sorumluluğu Amerika tarafına yüklüyor, Türkiye’nin kaybedilmemesi gerektiğini ima ediyor.

Oysa Amerika’da düşünce kuruluşlarında ve hatta medyada baskın tavır kendilerinin her yaptığının doğru olduğu, dünyanın geri kalanının ve tabii ki Türkiye’nin de onların kararlarına uyması gerektiğidir.

Bu anlayışın kökenlerini muhtemelen ülkenin kuruluş mantığında, kendisini medeniyetin ve insanlığın merkezi olarak görmesinde yatar. Kanaat önderleri de dünya siyasetine bakarlarken analizini yaptıkları konuda genel kural olarak siyasi otoritenin aldığı kararların doğruluğunu tartışmaktansa karşı tarafın bu karara uymaması sonucunda olabilecekleri, olması gerekenleri gündeme getirir.

Özellikle de Türkiye gibi, Amerika içinde haklarını savunabilecek karşı lobilerin yarattığı türbülansı dengeleyebilecek gücü olmayan ülkelerin derdini kanaat önderlerine, dolayısıyla da siyaset yapıcılara anlatması zordur.

Bir de buna istisnai koşullar, insan hakları, demokrasi eksikliği, basın özgürlüğü gibi konular, 15 Temmuz sonrasında yaşanan dalgalanmalar eklenince doğru soruların sorulmasının sağlanacağı ortamın yaratılması imkansızlaşır. İkili ilişkilerde konu bazında analiz yapılmaz, Türkiye’nin zaten haksız olduğu varsayımından hareket edilir. Bu anlayış haber ve günlük yorum diline de yansır.

Mesela PYD-PKK bağlantısı neredeyse ne zaman söz konusu olsa Türkiye’nin iddiası olarak aktarılır. Her ne hikmetse New York Times, Washington Post gibi pek çok anlamda saygın gazeteler dahi yıllardır dillendirilen bu iddianın doğru olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz, etik duruşlarını ülke siyasetinin gereklerine feda etmeyi göze alır.

Halbuki yapmaları gerek çok da zor değildir. Bu konuda yeterli bilgi her yerde mevcuttur. Ama onlar baskın anlayışa yakın dururlar. Düşünce kuruluşlarının raporlarında, siyasa öneren yazarların makalelerinde, kitaplarında da benzeri bir yaklaşımı görürsünüz.

Bu mecralarda en çok işlenen tema Türkiye’nin bir kavşakta olduğu ve seçim yapması gereğidir. Bu seçimi (ki çoğunlukla bir seçim söz konusu değildir) Türkiye’nin yapmaya neden zorlandığı sorulmaz, Amerika’nın o anki beklentilerine uymamasının sonuçları anlatılır.

Yapılması gereken seçimin sebebi bazen Kıbrıs, bazen Ermeni sorunu, bazen Irak’a yapılacak bir müdahaleye “yeterli” destek verilmemesi olabilir. Bazen de Rusya ya da başka bir ülkeye yakınlaşma ya da İsrail gibi sevilen bir ülkeyi yaptıklarından dolayı eleştirme.

Türkiye’nin eksenin kaydığı söylenir fakat okuyucuya neden kaydığı anlatılmaz. İsrail’in neden eleştirildiği, Rusya’dan neden S-400 alındığı, haberlerin, yorumların, raporların ana konusu pek yapılmaz.

Bunda bizim de hatalarımızın olduğuna şüphe yok. Derdimizi yıllardır neden anlatamadığımızı, Amerika’daki siyaset süreçlerini layıkıyla anlayıp anlamadığımızı, içimizde yaşadığımız sorunların yankıları olabileceğini görüp görmediğimizi, normlara ve kurallara uymada seçici davranmamızın sonuçlarını düşünüp düşünmediğimizi sakin bir şekilde değerlendirmekte yarar var.

Ancak sebebi ne, sorumlusu kim olursa olsun Türkiye’ye karşı benimsenen bu anlayış sorunludur. Bu anlayışı aşan, doğru sorular soran her yazı da önemlidir. Ne de olsa dünyanın hiçbir yerinde iç olsun, dış olsun siyaset boşlukta yapılmaz, belli anlayışların ve varsayımların üstüne oturur.

Siyaset içinde hemen her zaman birbirini besleyen önyargılar, inançlar barındırır. Farklı çıkar gruplarının beklentilerinin yarıştığı, bazı konuların baskı altına alındığı, bazı konuların üstüne daha çok gidildiği bir alandır. Çıkarlarınızı korumak için kararlar verildikten sonra değil, sürece kararlar verilmeden önce müdahale etmeniz gerekir.

***

Unutmayalım ki, dünya siyasetinin temeli karşınızdakinin davranışları kadar aklının yönetilmesi üstüne de oturur. Bunun için ille de tehdit etmek ya da taviz veya mükafat vermek gerekmez. Akılları yumuşak gücünüzle, ikna kabiliyetinizle, düşünce kuruluşlarınız ve üniversitelerinizle de şekillendirebilir, yönetebilirsiniz. Foreign Policy, Foreign Affairs gibi etkili dergilerde, Brookings, Carnegie, Center for American Progress gibi siyaset üstünde ağırlığı olan düşünce kuruluşlarında doğru soruların sorulmasını, hakim anlayışın kırılmasını teşvik edebilirsiniz…

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum