Doğum ile ölüm arasında insanın büyük çaresizliği…

Kuyruklara girip güvenlik kontrollerinden geçer. İkide bir saatini kontrol eder. Önünde sallanan adını bilmediği kişilere hayıflanır. Kemerini, metal eşyalarını, bilgisayarını kutuya yerleştirir özenle. Güvenlik cihazından geçer. Görevli kollarını kaldırmasını istediğinde uysalca boyun eğer. Uçağa binmesi için daha vakti varsa bir yere oturup kahve içer, gazetelere bakar. Cep telefonunu karıştırır. Sosyal medya hesaplarını gözden geçirir. Birden, gayri ihtiyari yukarıya, Binanın yüksek tavanına bakar, şaşkın bir kuş sesi duyulur. Garsonun sesiyle kendisine gelir. Kalkar, tekrar güvenlik kontrolünden geçer. Kimliğini çıkarır. Uçuş saatinde gecikme olmasın ister. Sonunda koltuğuna kavuşur. Cam kenarında oturuyorsa kendisini şanslı sayar. Dünya yukarıdan sanki hiç görünür.

Başka bir gün kitap fuarına yolu düşer. Trafik olmadan, fazla eziyet çekmeden ulaşmayı arzular. Liste vardır elinde. Kafasında yenilenip duran. Kalabalığa karışır. O stanttan bu standa yönelir. Sayfaları karıştırır. Fiyatları karşılaştırır. Pahalıdır. Olsun, kitaba değer. Tutamaz kendisini, planladığından fazla kitap alır. Torbalar ağırlaşır. Birkaç tanıdığa, kimi yazarlara, imza kuyruklarına rastgelir. Darlanıp güç bela kalabalıktan kurtulduğunda sonbahar güneşi, tepede, yaprakları altın sarısı bir söğüt gibi sarkmıştır.Silkelenir, hayal mi görüyorum der. Dönüş gidişten daha uzun sürer. Güneş bazen altın bir söğüt gibidir.

Günler bitmez. Başka bir sabah, kalkar çiçeklere su verir. Onlar adına sevinir havaların güneşli gitmesine. Hangi rüzgarın saksılara savurduğu bilinmez ot tohumlarının aradan yeşerip boy verişlerine gülümser. Nazikçe söker onları. Bilir, bir süre sonra azıp saksıya ortak olacaklardır. Kaktüs bu denli pervasız iken, mor yonca niçin bu kadar nazlıdır? Pembe küpeli çiçekler sarkmıştır yine sokağa. İşte sakız sardunyaları, işte çöl çiçeği. ‘Kum zambağı’ der içinden bir ses. Karşı binanın önünde bir begonvil bütün şuhluğuyla boy atmıştır. O, ellerine sinen sardunyaların kokusunu içine çeker. O an, çocukluğundaki eşi Almanya’da çalışan bir kadının saksı saksı büyüttüğü ıtırları hatırlar. Çiçekler tehlikeli varlıklardır, hayalleri kabartırlar. Hafıza zalimdir. İnsan hatıra.

***

Sokaktadır başka bir zaman da. Bir kadın dört yaşlarındaki çocuğunu sürükleye sürükleye götürmektedir. Kadın söylenir. Çocuk bilinmez bir edayla inat eder, ayaklarını yerde sürür. Yalvarır kadın durup. Dil döker. Sevgi sözcükleri saçar. Vaatler, rüşvetler sunar. Çocuk, kaşının altından ona bakar. O, çocuğa muzipçe dudak büzer. Omuzlarını kaldırır.Kadın çırpınır, yürür geçer. O anne ve çocuğun tek tek kimsesizliğini kurar zihninde. Az ileride de unutur.. Çocukluk gök gibi kimi gün kapalıdır.

Tek tek, bir bir, sırayla, yavaş yavaş, düşüne taşına, ileri geri düşünüp hesap etse, zihin yorup akıl yürütse ne böylesi günlerin dökümünü yapabilir ne de yazıya geçirebilir. Her gün her saat, dünyanın her yerinde patatesler soyulmakta, kızgın yağlara atılmakta, kızarınca tuz dökülüp yenilmektedir. Otellerin pencereleri silinip arabaların camları yıkanmakta, bir ihtiyarın göz ışığı azalırken bir çocuğun yaşama hevesi artmaktadır. Politikacılar kameralar önünde hint horozları gibi eşinmekte, sporcular koşuşturmakta, seyirciler heyecanlanmakta, küfretmekte, alkış tutmakta, yüzünü kapatmakta, kol kola girip zafer şarkıları söylemektedir. Hastane koridorları ilaç ve hüzün kokmakta, dağ başlarında hür rüzgarlar eserken insan kendi adımını attığı yerin ve zamanın dışına kaçamamaktadır.

Sonra, daha sonra, bir gün, beklenmedik bir anda, beklemediği birisinden telefon alıverir. Bir sevdiği ölüvermiştir. Pek çoğu gibi ölmüştür. Kalp krizi. Kaza. Nicedir süren ağır hastalıklar. Kanser. İşte o an her şey durur ve ölüm her şeyi adeta temize çeker. Sıfırlar. Yaşam bir fragman gibi hızlanır. Özetlenir. Vurgulanır. Sıkışır. Ne uçağa yetişmenin, ne çiçeklerle konuşmanın, ne inatçı çocuğun, ne banka faizlerinin ne de skorların hükmü kalır. İnsan aslında doğum ile ölüm arasında büyük bir çaresizdir. Nasıl kendi kendisini doğurup dünyaya getiremezse, ölünce kendi kendisini toprağa defnedemez. Hayata, başkalarına muhtaçtır. Bunu da düşünür. Yarın yine gün doğacak, ekmekler kızaracak, vapurlar işleyecek, pazarcılar tezgahlarını açacak, çocuklar okula gidecektir. Bu böyledir. Yaşamak ne geri alınabilir. Ne hızlandırılabilir.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum