Halk düşmanı burjuvazi!..

Son yazımda Osmanlı devletinin Batı’yı yakalama çabası içindeki uzun soluklu mücadelesi için şöyle bir cümle kurmuştum “Bu mücadele sanıldığı gibi tam bir başarısızlık öyküsü değil. Ancak, 16. asırdan 18. asra kadar kısmen bir başarı var, fakat bizim belimizi büken, Avrupa’nın daha biz manifaktür üretime geçemeden Sanayi Devrimini gerçekleştirmesi oldu. Sanayi Devriminin tazyiki ile Avrupa dünyanın geri kalanını ya tam ya da yarı sömürge haline getirdi.”

Manifaktür, kelime anlamı olarak Latincede “manu factum: el ile yapılmış”dan geliyor. İngilizce’de ise “makine kullanılarak büyük sayıda ve miktarda mal üretim süreci” olarak tanımlanıyor. Latince ve İngilizce arasındaki farklılık kavramın zaman içerisinde asıl anlamında değişiklik olmasından kaynaklanıyor. 16. Yy.la kadar dünyada ve bizde usta-kalfa düzeni hakim, üretim zanaatkarlar eli ile yürütülüyor. Pek çok malın üretim süreci nerede ise tek bir ustanın elinden çıkıyor. Usta-Kalfa-çırak ayrımları var ancak bu daha çok bilgi aktarımı için. 16. Yy.da Avrupa’da manifaktür üretim sürecine geçişin ilk adımları atılıyor. Bir usta’nın ya da sermaye sahibinin (müteşebbis-kapitalistin) bir çatı altında diğer ustaları da toplayarak, basit iş bölümü ile üretimin arttırılması ve hızlandırılması esasına dayanıyordu.

Manifaktür üretim iki farklı yolla işliyordu. Birincisinde; bir at arabasının üretimini örnek alırsak: At arabası için gerekli olan her bir parçanın üretiminin -farklı ustalık isteyen parçalardan (tekerlek, yay vs.) oluşuyordu bunlar geleneksel olarak farklı işletmelerde üretiliyordu- tek bir çatı altında toplanması.

İkincisi ise; aynı işi yapan ustaların yine tek bir çatı altında toplanarak seri üretim yapması idi. Bu süreçte basit sayacağımız işlerde bile (iğne üretimi mesela) kendi içinde iş bölümü yapılıyordu.

Manifaktür üretimin yayılması ile eskisi gibi bir malın üretiminin baştan sona tek bir ustanın elinden çıkması da son bulacaktı.

Bu yeni tip üretim geleneksel üretim metodundan daha verimli idi. Bir yandan fiyatlar ucuzlarken diğer yandan hammadde ihtiyacı artıyor ve ekonomik canlanmaya sebep oluyordu.

Osmanlı, Batı’nın geçtiği manifaktür üretim sürecine uzun süre büyük coğrafyası ve nüfusu ile direndi. Aleyhine olan doğal sınırlar bu kez onun koruyucusu olmuştu. Ama yine de yeni kıtaların ve ticaret rotlarının keşfi, ucuz altın ve gümüşün Akdeniz limanlarına akması ve patates gibi dayanıklı bir gıdanın eski dünyaya yayılması bize enflasyon ve nüfus artışı olarak yansıyacaktı ilk etapta.

O günün şartları içinde Osmanlı idarecilerinin manifaktür üretime geçişin önemini erken fark edememelerine çok da şaşırmamak gerekiyor. Çünkü, Osmanlı fetih çağı sona erse de devasa bir tarım imparatorluğu durumunda ve ciddi yer altı kaynaklarına sahipti. Bu da kendi kendine yeterlilik duygusuna sebep oluyordu.

Peki, neden manifaktür üretim tarzına geçmekte zorlandık? Okul yıllarında “Diplomatika” dersinde IV. Murat dönemine ait okuduğumuz iki metin adeta bu süreçle ilgili bize canlı bir resim sunuyor.

Fermanlardan birincisinde, Bursalı kunduracı esnafları bir kunduracı ustasının icat ettiği bir tezgâh ile seri üretime geçmesi ve piyasaya ucuz ayakkabı sürmesi sebebiyle işlerinin kesat gittiği ve bu nedenle “evlerine ekmek götüremedikleri” gerekçesi ile devletten duruma el koyması isteniyordu. Verilen hüküm, o dönem Osmanlı ekonomi pratiğinin ruhuna uygun bir şekilde -iaşecilik ve gelenekselcilik- “tezgahın o ustanın başında paralanmasına” olmuştu.

Diğer fermanda ise, şikayetçiler İstanbul’un İpek tüccarları ve esnafları idi. Bunlar da aynı gerekçe ile Çingene taifesinden birtakım kimselerin İstanbul’a bol ve ucuz miktarda ipek getirdiklerini belirterek, devletten bunlara karşı önlem alınması isteniyordu. Karar benzer nitelikte “bu taifenin derdest edilip İstanbul’dan atılmaları ve mallarına el konulması” şeklinde olmuştu.

Devletin bu yönlü tedbirlerinin sonraki dönemlerde de olduğunu tahmin etmek güç değil. O günün mantığı içinde alınması gereken bir tedbir olarak görülüyordu bunlar. Tıpkı aslında hiçbir İslami kökü olmamasına rağmen narh (mallara bir üst fiyat belirlenmesi) uygulamasının İslami sanılması gibi. Narh sistemi karaborsanın doğuşuna yol açıyordu sık sık…

Bütün bunların yanında esasta zenginliğin ana kaynağının devlet olması ve devletin kendisine rağmen zenginleşen burjuvazinin ilk nüvelerini kendisine birer tehdit olarak görerek sık sık servet transferi yapması, yaklaşan Sanayi İnkılabının fırtınasına kapılmamıza yol açtı ve maalesef aramızdaki makas da bir daha kapanmamak üzere açıldı.

Sonrasında yine esası kaçırarak kendi burjuvazimizi yaratacağız derken, bu işin basit servet transferi ile (gayr-ı müslimlerden Müslümanlara aktararak) yapılabileceği zannına kapıldık.

Ne garip ki bu anlayış bugün de farklı şekillerde hala revaçta… Her iktidar kendi zengini yaratma çabası içinde… Bu durumda, halkından yana olan bir burjuvazinin bu topraklarda boy verememiş olmasına çok da şaşırmamak lazım!..

YORUMLAR (15)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
15 Yorum