‘Ermenekli Ayşe Ana’ya mektup’ ya da ‘Taner’in dayısı Tayfun Kaya’ya mektup’

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Amasra faciasındaki hukuksuzluklara dikkat çekiyor. Ermenek’teki maden kazasından bugüne değişen bir şey olmadığını dile getiriyor.

Bugün, Amasra'daki maden faciasında yaralanan ve şimdilerde yoğun bakımda olan Taner Şen’in iyileşmesi dileğiyle “Ben gündüz vardiyasında çalışıyorum. Kaza olduğunu duyunca kurtarma ekibine katıldım. Karşıma ilk Taner çıktı, onu ocaktan çıkardım. Bilinci açıktı. Sonradan kalbi durdu’’ diyen dayısı Tayfun Kaya’ya mektup yazmaya gerek görmüyorum. Zira yedi yılı doldurmasına günler kala aşağıdaki yazının başlığını “Ayşe Ana’ya Mektup” diyecek yerde “Taner’in Dayısı Tayfun Kaya’ya Mektup” diye algılarsanız, kaçınılmaz olarak aynı sonuçlara ulaşırsınız.

“Batı cephesinde değişen bir şey yok!”

Ve işte kimi uyarlamalarla o mektup.

DEĞERLİ AYŞE ANA,

Olayın ertesinde gazetelerdeki resmine, her önüne gelen insana “oğlum mu?” diye bakan gözlerine uzun uzun baktım. Can evimden vuruldum.

Yaşaran gözlerimle önce “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” dediğini okudum. Sonra da iç sayfalarda umutsuzluğunu dile getirerek, “Gelir mi diye yola bakıyorum, ama gelmiyor! Dört gündür ağlıyorum. Çocuklarımı çok zor şartlarda büyüttüm. Tezcan, tam bir ekmek bulmuştu, onu da yiyemedi. Zaman geçmiyor. Ama umudumu yitirmiyorum. Şu koca dağlar eridi de göstermedi bana çocuğumu. Dört gündür şuradan gelecek diye beklerim. Ama yok. Gelir mi diye yola bakıyorum, ama gelmiyor. Geceleri uyuyamıyorum. ‘Ocağa gitme artık’ diye kaç defa söylememe rağmen beni dinlemedi.” diyor ve sonra da haklı olarak, “Gitti mi benim oğlan şimdi? Saklamayın” diye soruyorsun, dilini yutmuş sorumlu devletine.

En sonunda da senin kişiliğinde ve koşullarında iki odalı kerpiç evlere hapsedilen çoluk çocuğu, torunları, gelinleri, yaşamın acımasızlığını tadan milyonları düşündüm.

Boğazıma yumruk gibi bir şey gelip oturdu sanki, inanılmaz bir eziklik duydum.

Varsılların ocaklarında boğaz tokluğuna, geç ödenen ücretlerini alacakları umuduyla çalışıp didinirken can veren ah o yoksul insanlar! Merhum babam da onlardan biriydi. On altısında girdiği zehirli kurşun ve krom madeni ocaklarından ancak otuz dördünde kurtulabilmişti.

Babam, dürüst, namuslu bir kahramandı, benim gözümde Ayşe Ana. Tıpkı senin Tezcan’ın gibi. Kafasındaki unutamadığım yaraları, bereleri de bu kahramanlığın izleriydi, bir bakıma simgeleriydi.
Değerli Ayşe Ana,

Biliyorum. Ne söylesem boş. Çetin, çileli, acımasız yaşamın yüzüne yonttuğu derin çizgilerden mi, beş yavruyu büyütmek için onca çırpınıp duruşlarının boşa gitmesinden mi, gövdeni sürükleyerek taşımaya çabalayan hasta ayaklarından mı, yaşamının sonbaharında yediğin bu darbeden mi, yoksa Anayasa’sının beşinci maddesiyle “kişilerin gönenç, dinginlik ve mutluluğunu sağlama(yı); (…) kişinin temel haklarını (…) toplumsal hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacak biçimde sınırlayan (…) ekonomik ve toplumsal engelleri kaldırmay(ı), (kişinin) maddi ve manevi varlığını geliştirmey(i)” bir yükümlülük olarak üstlenen devletten mi ya da o Anayasa’nın bütün hükümlerini yerine getirme sözünü, berikine, ötekine, sana, onlara yemin billah söz verenlerden mi söz etsem sana, bilemiyorum.

Aslında Ayşe Ana, orada tükenen senin umutların, yaşanan senin acıların değil. Hukukun tükenişidir. Hukuk tükendi mi toplumca hepimiz tükendik demektir.

Hani sık sık belki işitmişsindir. “Hukukun üstünlüğü”nden, “hukuk devleti”nden söz ederler ya. Unutma. Bu büyük büyük sözler, Anayasa’da da geçiyor, hani uyulacağı, bağlı kalınacağı konusunda şeref değeri üzerine ant içilen Anayasa’da. İşte oralarda geçen hukuk; söz aramızda güya senin haklarını, özgürlüklerini koruyacak. Senin en büyük, en meşru güvencen, bekçin olacak.

Sadece konu komşun sana zarar verdiğinde değil, devlet de üstüne düşeni yapmadığında seni devlete karşı bile koruyacak.

Oğlunun başına gelenler karşısında, bütün Doğuda olduğu gibi, bunların hepsi de sus pus, Ayşe Ana.
Bak, sana doğrusunu anlatayım...

Bütün dünyada, arabalar var, çarpışmalar, devrilmeler olur. Uçaklar var, düşer. Maden ocakları da var. Kazalar olur. Hepsinde insanlar yaralanırlar, ölürler. Mayısta Soma’da yaşadık bunları. 301 can gitti. Günlerce ağladık, sızladık. Ama yine de ders almadık.

Bunlar yasaklansın deme sakın. Önce beni bir dinle. Hiçbir ülkede araba kullanmak, uçakla yolculuk etmek, maden çıkarmak yasaklanmıyor ki. Neden bilir misin? Hele bir düşün. Yasaklanırsa elimiz kolumuz bağlanmaz mı? O ülkelerin gerisinde kalmaz mıyız? O ülkelerle yarışabilir, o toplumlar gibi zenginleşebilir miyiz? Bu yüzden bu tehlikeleri her uygar toplum göze alarak yola çıkar. Buna hukukta “göze alınan tehlike” denir.

Evet, o ülkelerde bu tehlikenin toplum da, hukuk da bilincindedir. Ama toplum da, hukuk da, bu ölümleri önlemek için çok şeyler yapmak gerektiğini de çok iyi bilir. Bu nedenlerle o gelişmiş toplumlarda daha çok araba, daha çok uçak, daha çok maden çıkarma olduğu halde bu denli çok kaza, çok ölümler olmaz, olmuyor. Neden mi?

O ülkelerde senin gibi sadece temiz mi temiz, saf mı saf, sade mi sade insanlar değil, devletin tepesinde oturan cumhurbaşkanları, krallar bile bir kaza olmasın diye hukukun kurallarına uyuyorlar, uymayanları da nesnel ölçütlerle belirlenen sorumluluğa göre, hukuk hemen hizaya getiriyor da ondan.

Kısaca o ülkelerde hukuk, alınyazısıyla, kaderle, uğraşmaz. Çünkü kadercilik, fatalizm hukukta geçmez, geçemez. Alınyazısı, salt bilimin egemen olduğu o ülkelerde psikiyatr Alfred Adler’in deyişiyle sadece karar verme yetisini etkileyen, ruhsal dengesizliklere yol açan bilinç dışı bir “kompleks”, bir “karmaşık duygu”dur da ondan. Buna karşılık o ülkelerde hukuk, tehlikenin sonuçlarını yaşamamak için bütün önlemler alınmasını buyurur. Almayanları da yargılama erki, yıllarca sürüp süründüren, sürüncemede bırakan, vicdani kanının tutanaklarla ciro edilip aktarıldığı etkisiz, duyarsız duruşmalarla değil, tek oturumda biten duruşmalarla yargılar, kimler sorumlu ise cezalarını verir. O ülkelerde herkes, uygarlığın ilerlemesiyle, “zamanın değişmesiyle hukuk hükümlerinin değişeceğini” (Mecelle, m. 39) bilir, bunları hiç kimse yadsımaz, yadsıyamaz. Yadsımadığı için de bu türden tehlikeleri sözüm ona “kader” ya da “bunlar her zaman olacaktır” diyerek meşrulaştıranlara da o ülkelerde asla rastlanamaz. “Kim ki, yeterince önlem almamışsa, binde bir yanlışı da olsa cezalandırılacaktır” denir. Hukuk onları çabucak belirler, cezalandırır, hizaya getirir.

“Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra tevekkül et!” diye buyuran İslam da, onun hukuku da böyledir. Bak, neler diyor Mecelle günümüzün diliyle: “Bir özrün izni, özürle birlikte sona erer” (m. 23). “Yanlışı anlaşılan sanıya (zanna) değer verilmez” (m. 72); “Kanıtla (ve de bilimle) belirlen şey, somut gerçek gibidir.” (m. 74).

Nitekim Büyük İslamcı Ozanımız M. Âkif’in her dönemde geçerli sözlerini hepimiz bilmekteyiz: “Kadermiş!” öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru; / Belanı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.”
Tersini söyleyenlere, sen sen ol, sakın sakın inanma, kanma!

İstersen sana “kaza” ile “kader” ayrımını kısaca, özetleyim: Bir gemi sahibi havanın nasıl olacağına ilişkin bilgilere aldırmaksızın denize açılır, ancak önceden bilinebilecek olan fırtına sonucu batan gemisiyle birlikte ölümlere yol açmışsa, bu kader değildir, Ayşe Ana. O gemi sahibi, kesinlikle cezalandırılır. Ama aynı geminin sahibi, havanın iyi olduğuna ilişkin bütün bilgileri almasına karşın önceden kestirilemeyen bir nedenle, sözgelimi dümenin kırılması yüzünden gemi batmışsa, ölümler olmuşsa, işte bu “kader”dir, Ayşe Ana. O zaman o gemi sahibini hukuk cezalandırmaz.

Bütün bunlar bir yana, Ayşe Ana, halka göz kulak olma sözünü vererek seçilenlerin ve görev üstlenenlerin aslında kaderden söz etme hakları asla ve kata yoktur. Olamaz da. Olursa bu kendini yadsımak, anayasal ant içerek verdiği sözlerden kopmak, vicdan hesaplaşmasını yitirmek demektir.
Diyeceğim, uygar toplum olmak kolay değil, Ayşe Ana. Sakın şunu unutma: Uygar toplumlarda insan, devlet ve hukuk için değil; devlet de, hukuk da insan içindir. Hem de iki bin yıldan bu yana. Bu yüzden bütün maden ocaklarında uygulanan kurallar da çok katı ve sıkı oralarda. Aynı doğrultuda insanların ekmekleri, sütleri, etleri, sebzeleri, meyveleri, bütün yiyecekleri, insanla ilgili aklına ne gelirse, hepsi hakkındaki kurallar çok katı ve denetimler de saat gibi tıkır tıkır işliyor. Uymayanlara devletin en üst katlarında bulunsalar bile hiç göz yumulmuyor, hukukunu aldığımız o diyarlarda.

Bak, yeri gelmişken sana söyleyeyim. Yiyecek, besin maddelerinin denetimiyle ilgili dünyanın en güzel hukuk düzenlemelerinden birini yapmışızdır, biz. Ama hiçbir zaman ciddi olarak uygulanmıyor ki! Biliyorum. Şimdi bana soracaksın: Peki, sevgili devletimiz bu düzenlemeleri yeterince uyguluyor mu?
Bunu hiç sormamış ol bana Ayşe Ana. 970’lerde ciddi olarak az çok uygulanmaya kalkışıldı. Kıyamet koptu, Ayşe Ana.

Bu konuda 63 yılını doldurmuş bir hukukçu olarak Alman ozanı B. H. Wilhelm von Kleist’ın diliyle bu konuda “ruhum öylesine yaralı ki, neredeyse burnumu pencereden çıkarsam, (hukuk) yüzüme vuran gün ışığı gibi bana acı verecek!”

Bırakalım en sade insanları, sadece sen değil, hiçbirimiz, devletin tepesinde oturan cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar bile pek uymuyorlar, hukuk kurallarına.

Yukarıda söyledim. Yine söylüyorum. Sonra da dönüp “hukuk devleti”nden, hata her şeyin üzerinde hukuk var anlamına gelen “hukukun üstünlüğü”nden söz ediyorlar. Külahıma anlatsınlar. Kendimi bildim bileli duyup durmuşumdur ben, bu boş lakırdıları.
İşte örnekleri.

Belki sen de anımsıyorsundur. Bir zamanlar bir başbakanımız, o dönemde geçerli olan hız sınırının iki buçuk katı, yani saatte iki yüz kırk kilometre hız yapmakla övünmedi mi?
Daha sonraları bir bakanımız, maden sahipleri hakkında işlem yapmak istediğinde elli kişinin araya girdiğini söylemedi mi?

Diyeceğim, hepimiz suçluyuz, Ayşe Ana.

Çık sokağa bak. İkili yollara konulan kırmızı MOBESELERE. Dünlerde 100 metre kala hız kesip 82 kilometrenin altına iniyor, MOBESE’yi geçer geçmez 120 kilometre hız yapıyorduk.
Bugün rakamlar değişti, ama durum değişmedi.

Ya da ne bileyim maden ocağını denetledikten sonra tehlikeyi rapor eden denetçiyi dinlemiyor, hatta sürgün ediyor, görevlerini yapmayanları cezalandırmıyor, ocakları kapatmıyoruz.
Kazalar olunca da insanlar ölüyorlar, bizler de dizlerimizi dövüp ağlıyoruz. Dün, sık sık yaşadık bunları, bugün de yaşamaktayız.

Böyle olunca da hukuk kuralları, cezalar caydırıcı olmuyor, insanları uyarma gücünü yerine getirmiyor,

Ayşe Ana.

Aslında bizler sadece yasaları uygulamamakla kalmadık, Ayşe Ana. Onları çok kötü de uyguladık. Bu yüzden Ayşe Ana yıllarca önce ünlü bir hukukçu bir yazısında beni, bizleri ve benim gibi nice hukukçuyu “Zanardelli Yasası, Türk uygulamasında kimi önemli yozlaşmalara uğradı” diye eleştirdi (Marc Ancel, Intérét et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Mélanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10). Paris’e ne zaman yolum düşse görüştüğüm Ancel, sesini bile yükseltmeden konuşan çok ince, kibar bir insandı. Bu yüzden tümcesine “kimi” sözcüğünü bizleri fazla üzmemek için eklemiş olmalı.

Bu nedenle anlayan bilir. O yazısında aslında bizleri sadece eleştirmedi Ancel, düpedüz uyardı, hatta bir bakıma azarladı.

Zanardelli Yasası, bizim eski kaynak Ceza Yasamız. Senin anlayacağın, hani suç işleyenleri damlara tıkan yasalardan biridir.

Gel gör ki, bizi ne uyarı, ne eleştiri etkiliyor, ne de azar.

Bak sana bir öykü anlatayım. Bundan tam 2898 (şimdi 2905) yıl önce, evet onlar değil, yüzler değil, birkaç bin yıl önce Serhas adında çok acımasız bir Pers Kralı Yunanistan’ı almak için sefere çıkmıştı. Ordusuyla her yeri yakıp yıkıp geçiyor, önüne gelen insanları biçip öldürüyordu. Kimi insanlar dağlara kaçıp canlarını zor kurtarıyorlardı, bu gözü dönmüş Kral’dan. Ancak Yunanlı askerler kaçmak şöyle dursun, yerlerinden hiç kıpırdamıyorlardı bile. Kral Serhas, bu duruma şaşıp kalmış ve “az sonra öleceklerini bildikleri halde bu askerler neden kaçmıyorlar?” diye soruşmuştu Isparta kralına. O da Kral Serhas’a a şöyle demişti: “Onlar, sizin askerleriniz gibi sizden korktukları savaşıyorlar. Bizim askerlerimiz ise savaşmaktan kaçmayı yasaklayan ‘YASA’dan korktukları için kaçmıyorlar.”

Yasalardan korkmak ve hukuka uymak ya da dinlemeyip hukuka uymamak. İşte asıl sorunumuz bu, Ayşe Ana. Bizler yasalardan değil, sadece kimi insanlardan koruyoruz, Ayşe Ana. Bir de işimize gelince kimi zaman Allah’tan korkuyoruz. Oysa Allah’tan korkan “ulü-l-emr”e başkaldırmaz, kaldıramaz ki.
Bilmem anlatabildim mi?

Demek, yasaları yapmak yetmiyor. Yasaları, hukuku ödünsüz uygulamak da gerekiyor. Önemli olan da bu. Çünkü yasalar karşısında seninle cumhurbaşkanları aynı hizadadırlar.

Yasalara göre verilen yargı kararlarına da kesinkes uymak gerek. Anayasa da böyle buyuruyor.
Ancak hukuku dört dörtlük uygulayabilmek, yasaları çiğneyenleri hizaya getirebilmek için kimseden çekinmeyen, korkmayan yargıçlara da gereksinme var, Ayşe Ana.

İşte bunların hepsi bizde eksik.

Bizde de yasalar elbette Resmî Gazete’de yayımlanır, herkes uysun diye.

Ama Ayşe Ana, gördün işte, sıradan bir Yunanlının yaklaşık üç bin yıl önce ulaştığı hukuk bilinci yok hiçbirimizde. Eksik olan bu.

Yasalara göre verilen yargı kararlarına uymak şöyle dursun; uymamak, ustalık, hatta babayiğitlik, kahramanlık sayılıyor, bu ülkede.

Oralardakilerin kafalarına göre hukuka uymak ahlaka uymak demek. Neden mi? Çünkü senin seçtiğin temsilcilerin senin adına yasayı yapıyorlar. O yasaları yapan, aslında sensin. İnsan kendi yaptığı yasayı, kuralı hiç çiğner mi? Çiğnerse ahlaka aykırı olmaz mı? Bu yüzden aslında hiçbir hukuk kuralı ahlaka aykırı olamaz. Olursa o yasa uygulama yeterliliğini o toplumun gözünde yitirir, uygulamadan düşer. Bu tür yasalara eskiler, “kanun-u metrûke” derlerdi. Yalnız bizde yok bu söz. O ülkelerde de var. Sözgelimi, bu türden yasalara Fransızlar “la loi en désuétude”, İngilizler “the law into disuse”, Almanlar, “Das Gesetz in Vergessenheit”, İtalyanlar “la legge in disuso”, İspanyollar “la ley en desuso” diyorlar.

Ama ahlaka aykırı yasalara, uygar ülkelerde pek rastlanmıyor. Olsa bile, yasaları halk adına kotaran meclisler gibi, halkın, yani kurucu istencin (irade) temsilcileri oldukları için jüriler, tepki pahasına bunları uygulamıyorlar. Bizde de elbette olmuştur, bu tür yasalar. Belki duymuşsundur. Zaman zaman kimileri “düşünce suçu”ndan söz ederler. Çağcıl suç hukuku, insanın kafasının içindeki düşünceleri, niyetleri cezalandırmaz, cezalandıramaz. Cezalandırırsa bu düpedüz ahlaka aykırı olur. Böyle bir hukuk, ahlaksız bir düzenlemedir. Ama bizde yargıçları bu tür yasaları uygulamaktan alıkoyan halkın temsilcileri olan jüriler yok. Ne yapalım TBM Meclisi çıkardı bu yasaları, biz de uyguladık, çaresiz. Bana “siz yargıçlar halk adına karar vermiyor musunuz, neden uyguladınız?” diye sorabilirsin. Haklısın. Anayasa da öyle diyor (m. 9). Ama söz aramızda büyük bir yalan bu. Neden mi? Anayasasında bunu diyen ülkelerde genellikle jüriler var da ondan. O yüzden o anayasalar halka doğruyu söylüyor. Biz 2004 yılından bu yana bu yalanı ayrıca yasalarla da perçinledik (CYY, m. 232/1, HYY, m. 297/1 ve de TCY, m. 4).

İşte bu tür yasalar yüzünden geçmişte sadece bizim değil, dünyanın en büyük ozanlarından Nâzım Hikmet, 12 yıl zindanlarda çürütüldü. Yanlış duymadın. Cezaevlerinde değil, zindanlarda çile çekti, Nâzım. Çünkü o dönemlerde 4 yıldızlı otel gibi cezaevleri yoktu. Zindanlar vardı, yalnızca.

Kısaca jüri olmadığından uygar ülkelerdekinin tersine işledi hukuk, bizde. “Kanun-u metrûke”ler yaşadı ve de acımasızca uygulandı. Ahlaka uygun, doğru dürüst yasalarsa çok kötü uygulandı. Anayasa dâhil, ahlaka uygun yasaları bile uygulamadan düşürdük, “kanun-u metrûke” yaptık, bizler. Bütün hukuku, “hukuk-u metrûke” haline getirdik, Ayşe Ana.

Ülkemizde yitik olan ne bilir misin Ayşe Ana?

HUKUK!

Diyeceğim, bu kafayla gidersek biz, yani ben, sen, onlar, daha nice çocuğumuzu, babamızı, anamızı, kardeşimizi, eşimizi yitiririz.

Bugün nice Tezcan’lar, Mehmetler, Ahmetler …toprak altında kalmadılar, senin anlayacağın. Onlar doğru dürüst uygulanmayan yitik hukukun göçüğü altında kalıp ezildiler.

Bu mektubu senin konuşmanın ertesi günü yazmıştım. Hemen göndermeyip bekledim, Tezcan’ın kurtulsun diye. Ama bir haber gelmedi. Allah’tan umut kesilmez. Dilerim kurtulur. (Bugün) 5 Kasım 2014. Dokuzuncu gün.

Bu yazımı sana ulaştırmaları için gazeteye gönderiyorum.
Yedi yıl sonra da yineleyip Taner’in dayısına gönderiyorum, Ayşe Ana.
Üzüntüler içindeyim, sen gibi çaresizim.

Son sözüm şu: Şu anda senden, seninle aynı yazgıyı paylaşanlardan, babamdan, yıllarca emek verdiğimiz, ama bir türlü olması gereken noktaya taşıyamadığımız hukuk adına özür; sana ve ailene sabırlar dilemekten başka bir şey gelmiyor, elimden.

Evet. Çaresizim. Onca ağır yükü kaldıran kutsanası ellerinden öperim.
Sana iyi şeyler yazamadığım için bağışla beni, ne olur Ayşe Ana!

Zaman, 6 Kasım 2014


Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri