Irkçılık üzerinden aklın kundaklanması

Eski Adıyaman Milletvekili Adnan Boynukara “Yabancı düşmanlığı, yabancıların ne yaptığından ziyade bizim neye dönüştüğümüze dair bir ipucu sunar. Bu ise iyi bir sonuca tekabül etmiyor” değerlendirmesinde bulunuyor.

“İnsan tözüyle (mayasıyla) doğarız, ama insan olmak, çabamıza bağlıdır…” Muhammed İkbal

İnsan olmanın asgari özelliklerinin yitirildiği bir süreçten geçiyoruz. Her birimiz bu duruma ilişkin yüzlerce örnek verebiliriz. Ortak özellik; öteki olarak konumlandırılana karşı sergilenen nefret söylemi, uygulamaya geçirilen farklı şiddet türleri, hiçbir farklılığa tahammülü edemeyen yaygın anlayış, kirli pozisyonları izah etmek veya tahkim etmek için üretilen onlarca yalan. Dün bu ülkenin vatandaşlarına uygulanan muamele, bugün öteki olarak konumlandırılan kitlenin en savunmasız kesimi olan ve farklı gerekçelerle ülkemize gelmiş yabancılara uygulanıyor. Her gün düzenli olarak servis edilen yalan haberler, yalan olduğu bilinmesine rağmen haberleri genelleştirip yayan ‘Kemalist’/‘solcu’/‘muhafazakâr’ görünümlü medya organları ve bunlara kanmaya hazır kitleler.

Ülkenin en önemli gelir kaynaklarından birisi olan turizm alanında dahi, insanların ten rengine ve diline göre ayrım yapan ırkçı anlayışlar. Elbirliğiyle oluşturulan siyasal ikilimin sonucu olarak, kendini ülkenin ve devletin sahibi gören kimi memurlar eliyle şiddete dönüşen ırkçılık belası. Bireysel olduğu değerlendirilen ırkçılığın kitleselleşmesine ve kurumsallaşmasına şahitlik ediyoruz. Reklam tabelaları arasında dahi ayrımcılık yapabilen sorunlu anlayışlar ve küçük siyasi hesaplar üzerinden ürkütüldüğü için bu tuzağı göremeyen siyasetçiler. Şarkılardan, yabancıların gülmesinden, sokakta görünür olmalarından, en zor işleri yapmaya mahkûm olmalarından dahi ırkçılık üreten hastalıklı kişiler. Irkçılık üzerinden aklı kundaklanmış ve ülkenin geleceğini önemsemeyen anlayışlar.

HETEROJEN ÇOĞULCU KÜLTÜR

Yaşadığımız ülke, heterojen kültürün belirleyici olduğu bir coğrafya. Farklı toplumsal kesimler, bugüne kadar büyük sorunlar yaşamadan birlikte hayatlarını sürdürmüşler. İmparatorluğun, farklılıkların bir arada yaşamasını kolaylaştıran tutumu, topluma da sinmiş. Çünkü imparatorluk olabilmenin ana yolu, kültürel çeşitliliği enfekte etmeden, birlikte yaşanabilecek iklimi oluşturmaktan geçmektedir. Bu tür bir iklim, gelişmeye, kalkınmaya ve kendi çapında küresel sistemde söz sahibi olmaya olanak tanır. Bu iklim büyük bir avantajdır, şanstır. Ülkemiz söz konusu olduğunda; Anadolu uygarlıklarından, Mezopotamya geleneğinden, Akdeniz kültüründen, Orta Asya birikiminden, Hristiyanlık ve İslam inancı gibi çok farklı kültürlerden bahsettiğimiz anlaşılır. Çelişkili gibi görünen bunca farklı kültür/inanç/gelenek yüzlerce yıl birlikte yaşamış. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devam eden bir yapı. Her türlü etnik, dini, mezhepsel farklılık, ideolojik yapı, kavmi gelenek, töre, alışkanlık bağımsız olarak varlığını sürdürmüş. Bunu ise karşılıklı ilişki ve etkileşim içerisinde başarmış.

Bu coğrafyada, tek tip bir insan ve toplum kavrayışından bahsetmek mümkün değil. Coğrafyanın avantajı da bu olsa gerek. İmparatorluk bakiyesi bu çok kimlikli toplumu, geç uluslaşmış toplumların dar ve hırçın kimlik süzgecinden geçirmeye çalışmak, topluma ve onun geleceğine yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Unutmayalım, Türkiye bir post-emperyal devlettir. Böylesi bir devlet, tahayyül genişliğine ve kimliksel çoğulculuğa ihtiyaç duyar. Bu nedenle; dar ulusçu perspektifin etnik olanı milletle eşitleyen kimlik formuna hapsedilemez.

Binlerce yıldır bu coğrafyada devam eden bu yapının yanı sıra şehirlerde de ekonomik ve sosyal sebeplerden etkilenerek ortaya çıkmış farklı alt kültürler olmuş. Seçkin, elit, ‘küçük burjuva’, gecekondulu, kasabalı, köylü, işçi kültürleri gibi farklı alt kültürler oluşmuş. Bu zengin kültürel yapı, süreç içinde farklı siyasal düşüncelerin ortaya çıkmasına da öncülük etmiş. Aslında bahsettiğimiz farklılık, Bizans’tan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e kadar geçen binlerce yıllık bir tarihin ortaya çıkardığı kültürün sonucu.

Bu tür farklılıklara sahip olmayan ve birlikte yaşama konusunda sorunlu olan toplumların temel özelliği yabancı düşmanlığıdır. Mesela; Avrupa, Rusya ve Çin gibi coğrafyalara bakıldığında farklı olana, yabancıya, göçmene yaklaşımın son derece ürkütücü olduğu görülür. Göçmenlerin kurduğu ABD’de dahi, son tahlilde WASP denilen, Batılı, beyaz, Anglosakson ve Protestan kimliğine dayalı ırkçılık hâlâ egemendir. Bu anlamda, çoğulcu mozaik karakter ve kültürel yapı, toplumsal bir derinlik, zenginlik ve avantaj. Salt bu nedenden dolayı Türkiye’de yükselen yabancı düşmanlığını anlamak mümkün değil.

HOMOJENİZE EDİLMİŞ YÖNETİM

Çoğulcu toplumsal yapı, millet olmayı farklılıkların terkibiyle sağlayan tarihsel geleneğimizin devamının garantisi. Ancak bunu yönetemeyen tek tipçi politikalar, toplumsal kesimler arası iç çatışma riski barındırır. Bu konuda sorun ortaya çıktığında, 600 yıl boyunca sürekli büyüyerek, yeni kültürel-sosyal yapılarla tanışıp kaynaşarak senfonik ortak kültür ve kimlik oluşturan imparatorluk tecrübesine dönüp bakılması gerekir. Ama devlet hafızası Osmanlı’nın dağılma travmasına takılıp kaldığı için karşımıza sorunlu bir tablo çıkıyor. Bu tecrübe dikkate alınmadığı ve farklı toplumsal kesimlerin varlığı riskli görüldüğü için olsa gerek, birbirinin kopyası olan bir yönetici elit oluşturuldu. Farklı etnik-dini anlayıştan veya çevreden gelen ve yönetici havuzuna alınan kişiler ise dönüştürüldü veya dönüştü. Özellikle bu kişiler, devletin kendilerine sağladığı ‘ayrıcalığı’ kaybetmemek için kısa süre içinde var olan tek tipleştirilmiş yapıya uydular. Hatta geldiği yeri unutmak istercesine, var olan sakat yönetim anlayışının birkaç adım önüne geçmeyi erdem sandılar. Yani kraldan çok kralcılık. Aslında dünyada da durum çok farklı değil. Mesela, Ugandalı-Hint arka planından gelen İngiltere’nin (Birleşik Krallık) İçişleri Bakanı Priti Patel’in, göçmenleri Ruanda’ya gönderme arzusu gibi.

Homojenize edilmiş yönetici elitin oluşturduğu mekanizmanın, yönetim tarzının devam etmesi için farklı çalışmaların yapıldığını söylemek mümkün. Ancak en etkili faaliyetin, ‘güvenlik mi özgürlük mü’ sorusu üzerinden kurulduğu açık. Çünkü bizim gibi jeopolitiğin etkili olduğu, farklılıkların yönetilemediği ve terör üretme koşullarının zemin bulduğu ülkelerde, “özgürlük mü güvenlik mi” sorusu bu anlayıştaki kişilerin işini kolaylaştırıyor. Öyle ki; sorunun doğruluğu-yanlışlığı, durumun sahici olup olmadığı önemsiz hale geliyor ve üretilen sahte korkular üzerinden bu denklem karşılık buluyor. Ülkenin menfaatleri, vatandaşların öncelikleri ve geleceği önemsiz bir konu olarak yok sayılıyor. Çünkü bu anlayış için önemli olan gelecek değil, her şeyi kendilerinin kontrol ettiği ve yönettiği bir süreç. Yani, vatandaşın lehineymiş gibi sunulan, tartışılan özgürlük-güvenlik denklemi de son tahlilde bu anlayışa hizmet ediyor.

YABANCI DÜŞMANLIĞI MI?

Çoğulcu yapıyı bozan ve tek tipleştirilmiş yönetici elit aracılığıyla varlığını sürdürmek isteyen sorunlu anlayışa ilişkin değerlendirmeler, son zamanlarda yabancı düşmanlığı kavramı üzerinden yapılıyor. Peki, tüm yabancılara yönelik, topyekûn bir düşmanlık ve ırkçılık mı var, yoksa yabancılar arasında bir ayrım söz konusu mu? Olan biten analiz edildiğinde, tüm yabancıları kapsayan bir düşmanlığın olduğunu söylemek mümkün değil. Bahsettiğimiz sakat anlayışın hedefindeki kesimler, Afrikalılar, Ortadoğulular ve Asya kökenliler. Dolayısıyla yabancılar arasında da ayrım yapan, daha sorunlu bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu anlayışın esiri olanlar, hiç kimsenin yapmadığı işleri yapan Suriyeliden de Türkiye’nin en pahalı otellerinde tatil yapan, para harcayan Ortadoğuludan da nefret ediyor. Yabancı düşmanlığından öteye geçen ve ırkçılık düzeyine çıkan bu tablo insanı korkutuyor. Çünkü tablonun sorunlu olan kısmı, hedefe konulan kitlenin büyük oranda Müslüman olması. Yabancı düşmanlığı üzerinden siyaset yapmaya çalışanlar, bulduğu her Arapça tabelayı ve Arapça konuşan insanları gösteriyor ve diğer dillere ilişkin tek bir paylaşım yapmıyorsa farklı bir sorun var demektir.

Bu coğrafyanın alışık olmadığı yabancı düşmanlığına ve dolayısıyla da ırkçılığa iyi bakmak lazım. Ülkemizdeki ırkçılığın yansıma biçimlerine bakıldığında, farklı ülkelerden etkilendiği görülür. Bu anlamıyla; Avrupa’da giderek artan İslamofobi, ABD’de devlet eliyle sürdürülen beyaz ırkçılığı, İsrail’de yönetim ve bir kısım Yahudi’nin sergilediği Arap düşmanlığı gibi somut örnekler, Türkiye’deki ırkçılığın ilham kaynağı. Bu denli farklı örneklerden beslenerek kendine alan bulan ırkçı anlayış, ülkenin geleceği açısından dikkate alınması gereken bir sorun. Çünkü bu ırkçılık tipi bahsettiğimiz üç farklı ırkçılık tipinin birlikteliğiyle ortaya çıkmış yeni bir versiyon. Bu nedenle yabancı düşmanlığı, yabancıların ne yaptığından ziyade, bizim neye dönüştüğümüze dair bir ipucu sunar. Bu ise iyi bir sonuca tekabül etmiyor. Kısacası; yabancı düşmanlığı faşizminin kendisi, bu topraklara yabancı bir sapkınlık ve bu nedenle de tehlikeli.

NE YAPACAĞIZ?

Yukarıda bahsettiğimiz gibi ülkenin geleceği için avantaj olarak değerlendirilmesi gereken çeşitliğe sahip toplumsal yapı, tek tipleştirilmiş devlet aklı (varsa) ve aynılaştırılmış yönetici kadrolar eliyle bozuluyor. Üretilen sahte korkular ve gündemden çıkarılmayan özgürlük-güvenlik denklemi de bu sürece katkı sunuyor. Sahte çatışmalar ve ‘güvenlik’ lehine bozulan denge vatandaşın hayatını olumsuz etkiliyor. Buradan çıkmak için “ne yapmak lazım” sorusunun peşine takılmak şart. Bunun için bahsettiğimiz sorunlu anlayışın ortaya çıkmasında etkili olan faktörlere bakmakta yarar var. Bu faktörler sağlıklı biçimde analiz edilir ve gerekli tedbirler alınırsa, sorunu çözmek de kolaylaşır. Bu anlamda; dört temel konunun üzerinde durmak mümkün.

1. Devletin kurucu kodlarında yer alan ve yönetici elitin anlayışına egemen olan devlete yönelik ‘korumacı’ refleksler ve geçmişle hesaplaşma. Bu anlayışın temel nedeni, kendilerini ‘sahip’ olarak görmeleri ve bugünü yüceltmenin tek yolunun geçmişi karalamak olduğuna inanmaları. Kurucu kimlik formu, yıkılmakta olan bir imparatorluğun travmasıyla vücuda getirildi. Hem travmatik bir mahiyete sahipti hem de bir toplumsal mühendislik projesine hizmet edecek şekilde formüle edildi. Gelinen nokta, kurucu kimliğin psikolojik ve siyasal zemininin revize edilmesini gerektiriyor. Şunun ortaya konulması şart, geçmişin olumlu birikimlerinden yararlanılması sorun değil, bizim başarımıza hizmet eder ve bugünü yüceltmek için geçmişi karalamamıza gerek yok. Çünkü birbirinden farklı da olsa bunlar coğrafyamızın birikimleri.

2. Sürekli bir biçimde toplumsal bilinçaltına kazınan, “Biz, ordu devletiz, milletimiz özünde askerdir” türü, gerçekle örtüşmeyen genellemeler yapmak. Gerçekle örtüşmeyen bu durum, yönetici elitin kendi pozisyonlarını tahkim etmek için oluşturduğu sahici olmayan propaganda başlığıdır. Bu sahte propaganda üzerinden toplumun/vatandaşların sorgulamadan kendilerine tabi olmaları isteniyor. Bununla birlikte, bu durum etkili olunca, devletin ve siyasi elitin yaptıkları sorgulanmıyor, söylenilen ve yapılan her şey makul görülebiliyor.

3. Devletin ve devleti yönetenlerin asgari demokratik ilkelere uyma konusunda sergiledikleri ‘isteksizlik’, yazılı mevzuatı ayrımcılık yapmadan hayata geçirme konusunda sergilenen sorunlu yönetim tarzının, demokrasi ve çoğulcu anlayış eksikliğinin neden olduğu problemler. Bu cendereden çıkışın yolu toplumsal farklılıkları içselleştirmek, avantaj olarak görmek, tek tipleştirici önermelerden kaçınmak ve ayrımcı politikalara izin vermemektir.

4. Toplumsal farklılıkların siyasi hesaplaşmanın aracı haline getirilmesi, göçmenlerin karıştığı münferit olayları hukukun karşısına çıkarmak yerine gündemde tutmak ve risk katsayısı düşük konuları büyük sorunlar olarak göstermek. Bu durum, ülkenin çıkarlarını öncelemekten yoksun, sorunlu bir akla sahip olanların oluşturduğu gündeme teslim olmaktır. Sorumlu aktörlerin bu tabloya itiraz etmeleri gerekir. Çünkü iktidar karşıtlığı üzerinden üretilen yabancı düşmanlığı, günübirlik siyasi kazanç sağlıyor gibi görünebilir. Ama ülkenin geleceğine yönelik tehlikelere zemin hazırlar. Özellikle siyaset kurumunun, bu tabloyu görmesi beklenir.

Bütün bu adımlar ve bunlara eklenebilecek diğer öneriler, ırkçılık, ayrımcılık ve nefret siyasetine karşı toplumsal ve siyasal bünyeyi dirençli hale getirmeye yöneliktir. Ayrıca, bu mücadelenin legal altyapısının hazırlanması da gerekiyor. Yani, ırkçılık ve nefret siyasetine karşı legal zeminin tanzim edilmesi şart. Yasal zemin olmayınca bir yandan ırkçılık üzerine siyaset yapanlara alan açılmış oluyor, öte yandan ‘özgül ağırlığı’ olduğu değerlendirilen siyasi elitler, gündelik siyasi kaygılar nedeniyle tek bir söz dahi edemiyor.

Aslında sorunların kaynaklandığı nedenler, çözüm konusunda ne yapmamız gerektiğini de ortaya koyuyor. Tekrar başa dönerek söylemek gerekirse, bu coğrafyanın en önemli kaynağı senfonik çok kültürlü yapısıdır. Bu gerçek birçok ülkenin yoksun olduğu bir avantaj ve zenginlik. Tek tipleştirici yaklaşımlar ise bu avantajı ve zenginliği tüketiyor. Kendi milletini sevmenin ötesine geçen ırkçı yaklaşımları bu çerçevede gözden geçirmekte yarar var. Türkiye’nin mevcut olanakları, içe kapanarak, tek tipleşerek, ötekini yok sayarak ilerlemesine imkân tanımaktan yoksun. Tam tersi, toplumsal farklılıkları imkân/fırsat olarak görerek, bunlara alan açarak ve kendi mecralarında mobilize olmalarına fırsat tanıyarak ilerleyebilir. Kısacası; ırkçı yaklaşımlar üzerinden aklımızın kundaklanmasına izin vermemeliyiz.

ADNAN BOYNUKARA KİMDİR?

1987-2009 yılları arasında farklı kurumlarda mühendis ve yönetici olarak çalıştı. 2009-2015 yılları arasında ise Adalet Bakanlığı’nda Yüksek Müşavir olarak görev yaptı. 25 ve 26. dönemlerde Adıyaman milletvekili olarak TBMM’de bulundu.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri