Politik davalar ve yargıç

Hukukçu Nimet Demir, politik davaların toplumda güç dengelerinin değiştiği dönemlerin ürünü olduğunu dile getiriyor.

Politik davalar genel olarak toplumda güç dengelerinin değiştiği, totaliter anlayışın yükseldiği dönemlerin ürünüdür. Yöneticilerin, muhalifleri susturarak iktidarlarını pekiştirmek, rakiplere iktidar yolunu kapamak, kurulu düzene itirazı önlemek gibi bir takım amaçları gerçekleştirmek için başvurdukları bir araçtır politik davalar. Yani kısaca bir tür iktidar mücadelesidir. Kendisi de politik bir davanın kurbanı olan Fransız hukuk ve siyaset adamı Danton, savunmasında doğru bir nitelemeyle politik davaların bir düello olduğunu söyler. Ancak ne yazık ki rakipleriyle adil bir karşılaşmayı göze alamayan yönetenler, bu düelloda, silahı arkasına gizlendikleri yargının eline tutuşturmaktadırlar.

Örnek teşkil edecek geçmişe ait birkaç politik davayı zikredelim.

YENİ DEĞERLERE GEÇİT VERMEMEK;

Bizden önce edinilmiş kanaatlerin ve değerlerin hükmünü icra ettiği bir çevrede dünyaya geliriz. Kurulu düzen bu kanaat ve değerler üzerine bina edilmiştir. Muhafazakâr toplum, bilhassa yönetici kesim, kurulu düzeninin temelini oluşturan bu değerlerin sorgulanmasını istemez. Vaki sorgulamaları da bir tehlike olarak algılar ve susturmak ister. Oysa geçen zaman, değişen koşullar veya gelişen akıl bu değer ve kanaatleri yıpratmış, yetersizliğini göstermiş veya yanlış olduğunu ortaya koymuş ise ne olacaktır? Susulacak mıdır? Tabi ki hayır.

Susmayanlardan biri Sokrates’tir. Sokrates Atina’nın mitolojik-dinsel değerlere göre oluşturulmuş politik yaşamını felsefi akıl ile sorgulamaya tabi tutmuş, kurulu düzeni besleyen değerlerin çelişkilerini ortaya koymuş, insanlar üzerinde etkili olmuştu. Bu durumu otoritelerine saldırı gibi gören egemenler ise onu ''Atina'nın tanrılarını tanımamak ve gençleri yoldan çıkarmak ithamıyla'' yargıçlar kurulunun önüne çıkarıp, ölüm cezasına çarptırmışlardı. Söz konusu yargılama ve verilen ölüm cezasının infazı tüm zamanları kapsayacak büyük bir etki yaratmıştır. Sokrates’in talebesi Platon ve onun talebesi Aristo, Sokrates’i cezalandırılmasına neden olan yerel değerleri sorgulamışlar, bu değerlerin ötesinde evrensel değerlerin olması gerektiği sonucuna ulaşmışlar, Platon gökyüzünde bir idealar evreni kurgulamış, Aristo ise bu evrensel değerleri yeryüzüne taşımaya çalışmıştır. Esasen Atina’nın edinilmiş kanaatlerini fikren savunma beceresi olmayan egemenlerin, politik bir davayla Sokrates’i susturma çabaları, fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Sokrates’in düşünceleri 2500 yıldır insanlığa ışık tutarken, onu yargılatan egemenler ile yargılayan ve ölüm cezası veren yargıçlar 2500 yıldır halklar tarafından her asırda yeniden yargılanıp mahkûm edilmektedirler.

MUHALİFLERİ SUSTURMAK;

Charles Dickens’in yazdığı “İki Şehrin Hikâyesi” isimli romanı, Anatole France’nin yazıya döktüğü “Tanrılar Susamışlardı” isimli eseri ve Vıctor Hugo’nun kaleme aldığı “1793 Devrimi” adlı kitabı dünya klasikleri arasında yer almışlardır. Her üç romanda Fransız Devrimini ve hemen sonrasını anlatırlar. Romanlarda, ihtilâl sonrası gücü ele geçiren işçi sınıfının, feodal yapının tüm kalıntılarını ortadan kaldırmak için, her şeye nasıl saldırdıkları, yandaşların hâkim olarak atandığı mahkemelerin, iktidar oyunlarına nasıl alet edilmek istendiği gözler önüne serilir. Söz konusu romanlarda ayrıca devrimin kendi çocuklarını nasıl yediği de ibretle nazara verilir. Anatole France’nin “Tanrılar Susamışlardı” isimli romanında devrim mahkemelerinde görev yapan yargıçların en kutsal yasalarının tutkuları olduğu vurgulanır. Romanda yer alan yaşlı bilge, yargıçların bu özelliğini dikkate alarak, onlara, kutsal yasaları olan tutkularına göre değil, zar atarak karar vermelerinin daha adil sonuçlar doğuracağını söyler. Fransız Devrimi sonrası politik davayla susturulanlardan biride Danton’ dur.

Danton’un yargılanması; Fransız siyaset adamı ve hukukçu olan Danton, yine kendisi gibi siyasetçi ve hukukçu olan Robespierre ile birlikte Fransız Devrimini gerçekleştiren üst düzey gurubun içerisinde yer almıştır. Devrim sonrası Robespierre yönetiminin katı ideolojik tutumunun doğru olmadığını düşünen Danton, bir gurup arkadaşı ile birlikte bu duruma karşı çıkar. Danton’un bu muhalefeti, Robespierre yönetimi tarafından hoş karşılanmaz. Yönetim, uyduruk bir takım isnatlarla, Onu Devrim Mahkemesinin önüne çıkarır. Danton çıkarıldığı halka açık Devrim Mahkemesinde, yüzünü toplanan halka döner ve savunmasını onlara karşı yapar. Bu durumu otoriteleriyle bağdaştırmayan yargıçlar onu ikaz ederler. Bu ikaz karşısında Danton, hakkında açılan davanın politik bir dava olduğunu, bu tür davaların politik rakipler arasında bir düello mahiyetinde bulunduğunu, yine bu tür davaların yargıcının ise halk olduğunu, dolayısıyla savunmayı halkın dinlemesi gerektiğini belirten tarihi savunmasını yapar. Bunun üzerine politikacıların yönlendirmesiyle davanın halka kapalı yapılmasına, sanıkların savunmalarının kısıtlanmasına karar verilir. Dava/tiyatro elbette önceden belirlenen idam cezası ile hitam bulur. Devrim kana doymamıştır. Sonradan Danton ve arkadaşlarını idama gönderen Robespierre’yi de aynı akıbet beklemektedir.

TOTALİTER EĞİLİMLERİN YARGI YOLUYLA TATMİNİ;

Hannah Arendt ''Totalitarizmin Kaynakları'' isimli eserinde, totalitarizmin insanı içten ele geçiren ve tahakküm kuran bir yöntem olduğunu belirtir. Arendt söz konusu eserinde Avrupa'da totalitarizmi besleyen iki olgudan bahseder. Birincisi antisemitizm, ikincisi ise emperyalizmdir. Arendt; Avrupa’da yaşayan ve bankerlik yapan Yahudilerin çok zengin olduklarını, bunların içerisinde Rothshild ailesi gibi bankerlerin İngiliz, Fransız, İtalyan, Avusturya ve Alman hükümetlerine borç verdiklerini, bu ölçüsüz zenginliğin halkları ürküttüğünü, ''her olumsuzluğun arkasında Yahudi gücü vardır'' şeklinde bir algının oluştuğunu, bunun sonucunda ise antisemitizmin vücut bulduğunu belirtir. Arendt yine; geçmişte İngiltere, Fransa, Hollanda ve İspanya'nın coğrafi avantajlarını kullanarak denizaşırı ülkeleri sömürge haline getirmesinin, coğrafi açıdan denizaşırı ülkeleri sömürge haline getirme imkânı olmayan Almanya ve Sovyetlerin iştahını kabarttığını, onlarında emperyalist emellerini karadan komşuları olan ülkeleri işgal etmek suretiyle tatmin ettiğini belirtir. İkinci Dünya savaşı Almanya, İtalya ve Sovyetlerin emperyal iştahlarının sonucudur. Yahudi soykırımı ise hem antisemitizm, hem de emperyalizmden beslenmiştir. Şimdi Avrupa'daki Yahudi soykırımının habercisi olan ve antisemitizm dürtüleriyle oluşturulan Dreyfus Davasını ele alalım.

Dreyfus davası; Fransız Ordusunda yüzbaşı olan Alfred Dreyfus bir Yahudi'dir. 1894 yılında haksız yere casuslukla itham edilerek hakkında dava açılmış, ilk yargılamada suçlu bulunarak ömür boyu hapse mahkûm edilmişti. Sonradan hükme dayanak yapılan belgenin sahteliği anlaşılmış, ancak ordunun komuta merkezi ve Savaş Bakanlığı bu durumu görmezden gelmişti. İkinci soruşturma bilgileri ünlü yazar Emile Zola'ya verilir. Zola bu durumu ''Suçluyorum'' başlığını taşıyan bir makaleyi gazetede yayınlayarak dile getirir. Zola'nın makalesi egemenleri rahatsız eder. Ve Zola hakkında hakaret suçundan dolayı dava açılır, yargılama sonucu bir yıl hapis cezası verilir. Zola'nın makalesinden sonra Dreyfus’ un davası ikinci kez kerhen ele alınır. Totaliter anlayış devam etmektedir. Dreyfus ikinci kez mahkûm edilir, bu kez cezası on yıl hapse indirilmiştir. Konu gündemden düşmez, egemenler af çıkararak işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. En nihayetinde Dreyfus 1906 yılında tamamen aklanır. Esasen Dreyfus davası, bu davadan yaklaşık 35 yıl sonra Avrupa'da ayak sesleri duyulacak olan Yahudi soykırımının da bir habercisidir.

Örnek davalara son verip, birazda politik davaların yargı süjelerine bakalım.

POLİTİK DAVALARDA YARGIÇ;

Konuya girmeden önce Anayasamızın 37. Maddesinde yer alan tabii yargıç ilkesine değinmek gerek. Tabii yargıç ilkesi; yargılamadan önce kurulmuş, yargılamaya konu olan uyuşmazlıkla kuruluş açısından ilgisi bulunmayan, herkes için değişmeyen mahkemelerin hâkimi şeklinde tanımlanır. Yani davaya, suçun işlendiği zamanda var olan mahkemede görevli olan hâkim bakacaktır. Politik davalarda genel olarak bu tabii yargıç ilkesi ihlal edilmekte, davaya bakmak üzere, davanın açılmasında etkili olan politik özneyi maskeleyecek hâkim görevlendirilmektedir. Anatole France “Tanrılar Susamışlardı” isimli romanında devrim mahkemelerinde görev yapan yargıçları ‘’en kutsal yasaları tutkularıdır’’ şeklinde tasvir eder. France’nin tutku diye dile getirdiği olgu Kur’an’i tabirle ‘’heva ve heves’’ olmalı. Bu tabire, doğru ve adil kararı göz ardı ettiren her çeşit ideoloji, inanç, beklenti ve istek dâhildir sanırım. Politik davalarda bir araya getirilen tutku ve yargıç beraberliği, usul hukuku açısından bir alinasyondur. Yargıcın iş tanımıyla ve yargıcın özellikleriyle ilgili yerel ve evrensel düzenlemelere, kültürel kabullere ve öğretilere baktığımızda, ‘’yargıç ile tutku’’ kadar birbirine yabancı iki kavram bulamazsınız.

POLİTİK DAVALARDA SAVUNMA;

Politik davalara, muktedirlerin etkisiyle, tabii hâkim ilkesi göz ardı edilerek Anatole France’nin tabiriyle ‘’kutsal yasaları, tutkuları olan’’ yargıçlar atandığı malumdur. Cemil Ozansü, ''bianet'te'' 25 Eylül 2012 de yayınlanan söyleşisinde; siyasi davalarda, egemen olan politik öznenin hükmü başlangıçta verdiğini, geriye hükmün teatral ve şekli ifadesi kaldığını belirtmektedir. Bu durumda verilecek hükmün başlangıçta tayin edildiği, dolayısı ile savunmanın sonuca katkı sunmayacağı aşikârdır. Esasen politik davaları incelediğimizde yargılanan sanıklarında bu durumun farkında oldukları, dolayısı ile mahkemeyi ciddiye almadıkları, otoritesini sorguladıkları, mahkemeyi yargıladıkları görülmektedir. Mesela Sokrates suçlu bulunduktan sonra verilecek cezanın tayin edilmesi duruşmasında mahkemeyi ‘’Beni sürgüne gönderseniz orada da susmam konuşurum, onlarda beni yargılarlar, dolayısı ile sonuç değişmez, param olmadığı için para cezası da vermemelisiniz, en iyisi her gün bana yemek verin, cezam bu olsun’’ sözleriyle tiye alması... Bu savunmaya sinirlenen seksen yargıcın daha ikinci oylamada Sokrates aleyhinde oy kullanması... Yine Danton kendisini yargılamaya kalkan devrim mahkemesinin bu otoriteye sahip olmadığını, açılan davanın politik bir dava olduğunu, politik davaların yargıçlığını halkın yapması gerektiğini belirtmesi... Keza Alfred Dreyfus’un etnik ve dini aidiyetini sorun gören bir yapının, onu sahte delillerle mahkûm ettirmesini içine sindiremeyen Emil Zola’nın hapsi göze alarak Dreyfus’u mahkûm eden yapıyı suçlaması/yargılaması… hep bu kabildendir. Politik davaların yargının arkasına gizlenen politik özneye karşı sanıklarca verilen bir mücadele olduğu düşünüldüğünde, sanık ve müdafilerinin bu tavrını yadırgamamak gerek.

ÜLKEMİZDE POLİTİK DAVALARI BESLEYEN YAPI;

Politik davalar genel olarak toplumda totaliter anlayışın yükseldiği, güç dengelerinin değiştiği dönemlerin ürünüdür. Yaklaşık yüz yıllık cumhuriyet tarihimize baktığımızda güç dengelerinin değişimi ve totalitarizmi besleyen olguların varlığını kesintisiz görmekteyiz. Dolayısı ile geçmişimizde mebzul miktarda politik dava bulunmaktadır. Ülkemiz yüz yıllık dönemde güç dengelerinin değişimine neden olacak pek çok olay yaşanmıştır. Mesela monarşiden cumhuriyete geçilmiş, cumhuriyet yönetimi sürecinde tek meclis, çift meclis, tek partili, çok partili, parlamenter, başkanlık gibi değişik sistemler denenmiş, iki darbe yapılmış, dört darbe teşebbüsünde bulunulmuş, pek çok muhtıra verilmiştir. Ülkemizde totalitarizmi kesintisiz besleyen olgulardan biri modern ulus devletin hegemonik vasfıdır. Bilindiği gibi, cumhuriyet, yıkılan kozmopolit bir imparatorluğun bakiyesi üzerine modern ulus devlet formunda inşa edilmiştir. Ulus devlet, tanımı gereği tekil ve totaliterdir. Merkezi bir kimlik tanımlar ve toplumu bu kimlik ekseninde şekillendirilmeye çalışır. Geçmiş yüz yıllık süreç, devletin dışladığı etnik ve dini gurupların kimlik mücadelesine sahne olmuştur. Bu itirazlar devlet tarafından kaale alınmamış, zecri tedbirlerle (bunlardan biride politik davalardır) susturulmuştur.

GÜNÜMÜZDEKİ SORUŞTURMA VE KOVUŞTURMALAR;

Ülkemizde 2002 yılına kadar asker ve sivil bürokrasi ile anayasal kuruluşlar hep resmi ideolojinin taşıyıcıları olagelmiştir. Bu döneme kadar ister sağdan isterse soldan olsun hangi parti seçimi kazanıp hükümeti kurarsa kursun politikalarını resmi ideolojinin kırmızıçizgileri içinde gerçekleştirmek durumunda kalmışlardır. 2002 yılında Ak Partinin iktidara gelmesiyle birlikte yaklaşık on yılda bürokrasi ve anayasal kuruluşlardaki resmi ideolojiyi taşıyan yapı bertaraf edilmiş, gerçek anlamda muktedir olunmuştur. Değişen tek şey sadece gücün el değiştirmesidir. Günümüzde eskisinden de daha fazla siyasal açıdan toplumu etkileyebilecek, yönetimdekilere rakip olabilecek pek çok siyasi figür hakkında politik davalar açılmış ve açılmaktadır. Sonuçlanan bir kısım davalarda verilen mahkûmiyetler siyaseten etkin olabilecek kişilere siyaset yapma yolunu kapatmıştır. Yargının politik mücadelede vasıta yapılması yeterince endişe verici iken son zamanlarda Celal Şengör gibi bir bilim adamının açıkladığı görüşleri nedeniyle hakkında soruşturma başlatılması, keza Sezen Aksu gibi bir sanatçının şarkı sözlerinin takibat konusu yapılması işin tuzu biberi olmuştur. Çünkü bu durum dogmatik kabullerin yargı eliyle bilim ve sanatı denetlemesi anlamı taşımaktadır. Keza söz konusu gelişmeyle Anayasa ve evrensel hukukun koruma altına aldığı bilim ve sanat özgürlüğü yok edilmektedir. Celal Şengör hakkında açılan soruşturma, Atina’nın mitolojik değerlerini sorgulayan Sokrates hakkında açılan dava ile Avrupa’nın dogmatik dünya merkezli evren anlayışını yanlışla yan Galileo hakkında açılan davayla ne kadar da benzeşmektedir. Sokrates, kendisini mahkûm eden yargıçları cezanın belirlenmesine ilişkin ikinci duruşmada tiye almış, Galileo’da mahkemeden ayrılırken kendi kendine ‘’siz bana ne kadar inkâr ettirseniz de dünya yine de dönüyor’’ diyerek yargıçlarını tarih huzurunda gülünç duruma düşürmüştü. Şengör hakkında açılan soruşturmada sayın Fatih Altaylı’nın ‘’bakalım savcı Hz. Musa’nın yaşadığını nasıl ispat edecek’’ latifesini hak etmektedir. Dreyfus davası nasıl ki bu davadan yaklaşık 35 yıl sonra Avrupa'da meydana gelen Yahudi soykırımının habercisi oldu ise bilim ve sanat yapanların eylemlerinin dini kabuller baz alınarak soruşturma konusu yapılması da korkarım ki ülkenin yavaş yavaş Işid ve Boko Haram anlayış ve radikalliğine kaydığının habercisidir.

YARGI İÇİN YENİ BİR SAYFA;

Son sözü politik davaların sanıklarına verecektim. Tasarladığım cümle ise ‘’Politik davaların toplumda totaliter anlayışın yükseldiği, güç dengelerinin değiştiği dönemlerin ürünü olduğu, tabi yargıç ilkesi bertaraf edilerek söz konusu davalara en kutsal yasaları tutkuları (heva ve hevesleri) olan yargıçlar atandığı, politik öznenin, rakibini (yani sanığı), arkasına gizlendiği yargıç vasıtasıyla etkisiz hale getirdiği malum. Tecrübeyle sabittir ki politik davalarda çoğunlukla doğru ve adil karar vermek pek mümkün olmamıştır. Bu durumda Anatole France’nin “Tanrılar Susamışlardı” isimli romanındaki yaşlı bilgenin ‘’yasalarına (tutkularına) göre değil, zar atarak karar vermelerinin daha adil sonuçlar doğuracağı’’ tavsiyesi iyi bir seçenek gibi gözüküyor. Haklarında politik dava açılan sanıklara tavsiyem, tabii yargıç ilkesi bertaraf edilerek davalarına atama yapılmış ise, o zaman yargıçlarını zar atarak karar vermeye ikna etmeleridir’’ şeklindeydi. Ancak metinde bedbinlik ağır basıyordu. İçime sinmedi. Bu kör döngüyü yargıçlar kırabilir diye düşündüm ve onlar için aşağıdaki metni kaleme almayı uygun buldum

Roma Hukukunda ‘’judek damnatur, cum nocens absolvitur; suçlu aklandığı zaman, yargıç hüküm giyer’’ kuralı bulunmaktadır. Bu kural lekelenmeme hakkının teminatıdır. Yani suç teşkil etmeyecek bir eylemin suç olarak nitelenmesi, yine suç oluşturan bir eylemle ilgisi olmayan kişi hakkında işlem yapılarak gereksiz yere insanların soruşturma veya kovuşturmaya maruz kılınması, yargıç ve savcının işinin ehli olmadığı anlamını taşır. Bu bir bakıma, doktorun, hasta olmayan birini ameliyat yapmasına benzer. Roma Hukukundaki bu kuralın genişletilmiş şeklini John Fawles’in ‘’bütün yargıçlar verdikleri kararla yargılanırlar’’ ifadesinde görüyoruz. Yargıç artık sadece beraat kararıyla değil, verdiği mahkûmiyet kararıyla da yargılanacak, kararı hukuka aykırı ise mahkûm olacaktır. Karl Marx’ın ‘’eğitimcileri kim eğitecek’’ sorusundan esinle bende ‘’yargıçları kim yargılayacak’’ sorusunu gündeme getirmek istiyorum. Bu soruma Hegel ‘’en büyük mahkeme insanlık tarihidir’’ ifadesiyle cevap vermektedir. Gerçekten de bilhassa topluma mal olmuş politik davalarda verilen kararlar insanlık tarihi denilen en büyük mahkeme tarafından yargılanmakta, kararların yargıçları ne yazık ki çoğunlukla mahkûm edilmektedir. Ben soruma Hegel’in cevabına ilaveten ikinci bir yanıt buldum. İnsanlığın en özgür ve yaratıcı yargıcı sanat ve edebiyattır. Nitekim topluma mal olan politik davaların hemen hemen hepsi sanatçılar tarafından resmedilmiş, tiyatro ve sinemaya aktarılmış, edebiyatçılar tarafından romanları yazılmıştır. Politik davaların yargıçlarının durumu ne acıdır ki sanat ve edebiyat yargısında da pek parlak değil. Peki, bu durum yargının kaderimidir. Elbette değil. Biliyorum, politik davalar yargının önüne netameli dönemlerde çıkarılır. Ve arkasında egemenler vardır. İstekleri olmayınca sopaya da başvururlar. Ancak emin olun egemenlerin sopası tarih mahkemesi nezdinde mahkûm olmaktan, sanat ve edebiyat yargıcının biçtiği olumsuz rolden bin defa daha evladır. Ayrıca dik ve özgür duruş zaman içerisinde egemenlerinde özgürlüğüne kapı aralayacaktır. Yargının yeni ve özgür bir sayfa açma vakti geldi, geçiyor bile.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (16)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri