Türkiye’de sivil-asker ilişkisi

Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ödül Celep "Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi olarak hep Batı’yı referans aldık, ama günümüzde Batı’nın ne kadar laik ve demokratik olduğunu bile sorgular, tartışır hallere geldik. Ama yine de bir ölçüt alacaksak, bu haliyle bile Batı’daki sağlıklı sivil-asker ilişkilerini kendimize örnek olarak alabiliriz" diyor.

15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi kendi içinde özgün bir yapıya sahip olmakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk darbe girişimi değildi. 15 Temmuz özelinde gördüğümüz şey, devlet içindeki bir grubun devlet hiyerarşisinden bağımsız hareket ederek devleti içerden ele geçirme teşebbüsüydü. Bize çok ders verdi ve birçok tartışma konusunu gündeme getirdi. Zira konu, sadece Türkiye’deki sivil-asker veya devlet-cemaat ilişkileri değildi. Dini cemaatler nasıl oluşur ve nasıl çalışır, laiklik açısından dini cemaatler nasıl değerlendirilmelidir, cemaatler de sivil toplum mudur gibi birçok konuyu düşünme, konuşma fırsatı bulduk. 15 Temmuz’da birçok şeyi de ilk defa ve hep birlikte yaşadık. Örneğin bütün iktidar ve muhalefet aktörleri ile birlikte halk kitlelerinin hep birlikte darbe teşebbüsüne karşı yekvücut duruşu, önemliydi. Bu, bizim kendi tarihimizden çıkardığımız yerinde bir ders olarak yorumlanabilir. Zira tarihten alınacak dersler de doğru olarak alınmalı ve ona göre hareket edilmeli ve referansımız hep demokrasi olmalı.

Siyasal bilimciler olarak Türkiye’de darbe ve darbe teşebbüslerine belli teorilerden bakarak konuşabiliyoruz. Örneğin yapısalcı teorilere bakacak olursak, devleti makro bir yapı, kolektif bir kurum olarak ele alıp, bu kurumun yıllar içinde nasıl evrildiğine, nasıl değişip dönüştüğüne bakmamız gerekir. Bu şekilde bakarsak aslında Türkiye’deki ilk darbenin Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913) olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde bir grup İttihat ve Terakki üyesince hükümet binası Bâb-ı Âli basılmış, var olan hükümet düşürülmüş, yerine İttihat ve Terakki’nin istediği bir hükümet gelmiştir. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce yaşanmış olsa da, Bâb-ı Âli Baskını olayını da yapısal süreklilik içinde Türkiye tarihi bağlamında değerlendirebiliriz.

***

Mikro ölçekli, yani kişi-aktör bazlı teoriler gözüyle bakacak olursak, bu durumda askeri kuvvetlerde hangi grubun ağırlığı daha fazla, hangi askeri bürokratların iradesi ne yönde gibi sorular karşımıza çıkıyor. Ve yine biliyoruz ki, yapısal teorileri olduğu kadar mikro ölçekli teorileri de doğrulayan bağlamlar ve örnekler görmemiz mümkün. Örneğin 1960 darbesi ‘genç subaylar hareketi’ olarak bilinen ilk ve tek darbedir. Görece alt kademeli askerlerce gerçekleştirilmiş, sonrasında üst kademe askeri bürokrasi büyük ölçüde ordudan uzaklaştırılmıştır. 1960’tan sonra gelen askeri müdahalelerin neredeyse hepsi emir komuta zinciri içinde oluşmuştur, her ne kadar 15 Temmuz girişimi buna bir istisna teşkil ediyor olsa da. Ayrıca 12 Mart 1971 muhtırasından 3 gün önce 9 Mart 1971’de bir askeri müdahalenin planlandığını, ama askeri güçler içinde bazı kuvvet dinamiklerinin devreye girmesiyle bu müdahalenin önüne geçildiğini biliyoruz.

***

Türkiye’de darbelere geniş açıdan bakacak olursak aslında iki askeri darbeden, yani 1960 ve 1980 darbelerinden söz edebiliriz. Ama elbette bunlardan daha az bilinen muhtıralar da var Cumhuriyet tarihimizde. Muhtıralar askeri darbelerin daha yumuşak versiyonları olarak görülebilir. Örneğin 12 Eylül darbesinde TBMM feshedilirken, bütün partiler kapatılırken ve bütün siyasal liderler ve figürler siyaseten yasaklanırken, 12 Mart 1971 muhtırası sonucunda hükümet düşmüştür, ama Meclis çalışmaya devam etmiştir ve büyük partilere dokunulmamıştır. Bizde en çok bilinen askeri muhtıra 12 Mart 1971 muhtırasıdır. Ama örneğin 27 Aralık 1979 muhtırasını çoğumuz ya bilmez ya hatırlamaz. Halbuki 12 Eylül 1980 askeri darbesinin öncülü gibidir. 12 Eylül askeri grubunun, yani Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya gibi bildiğimiz isimlerin o dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e ilettikleri bir uyarı mektubundan ibarettir. Belki de 12 Eylül’ün gölgesinde kaldığı için unutula gelmiştir.

***

Zaman içinde darbelerin de formatlarının değiştiğini, klasik anlamda darbelerin yerini daha farklı süreçlerin ve terminolojinin aldığını da gözlemleyebiliyoruz. Örneğin Refahyol koalisyonunu sonlandıran 28 Şubat 1997 sürecine ‘postmodern darbe’, 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi sırasında Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanlığı’nın laiklik vurgusu ile 27 Nisan 2007 tarihinde yaptığı açıklamaya da kısaca ‘e-muhtıra’ diyoruz. Daha önceden görmediğimiz ve öngöremediğimiz gelişmeler yaşayabiliyoruz.

***

15 Temmuz darbe girişimi, kendisine Yurtta Sulh Konseyi diyen bir grubun TRT’yi ele geçirerek, sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan ettirerek ve iki büyük İstanbul köprüsünü trafiğe kapamaya çalışarak gerçekleştirmek istedikleri bir kalkışma olarak karşımıza çıktı. Ne var ki, amacına ulaşamadan, dönemin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da FaceTime üzerinden katılımı ve halkı darbe girişimine karşı davet etmesiyle birlikte, askeri ve emniyet güçlerinin de müdahalesiyle 24 saat içinde bastırıldı. Bu grubun ekseriyetle devletin FETÖ, yani Fethullahçı Terör Örgütü, olarak adlandırdığı grubun üyeleri olduğu anlaşıldı. 15 Temmuz’un ardından FETÖ ile mücadele etmek amacıyla Türkiye’de olağanüstü hal (OHAL) ilan edildi. Sonradan OHAL uzatıldı. Birçok kamu görevlisi, bu grupla bağlantılı oldukları iddiasıyla ihraç edildi. Elbette devletin bu gibi gruplara karşı mücadelesi meşrudur, ama bütün bu süreçler demokrasinin ve demokratikleşme süreçlerinin doğal olarak ilerlemesini engelleyen ve hatta geriye çeken süreçler olarak karşımıza çıktı ve çıkıyor.

***

Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi olarak hep Batı’yı referans aldık, ama günümüzde Batı’nın ne kadar laik ve demokratik olduğunu bile sorgular, tartışır hallere geldik. Göçmen sorunu, iç savaşlar, yükselen radikal-popülist sağ hareketler ve İslamcı şiddet gruplarının da ortaya çıkmasıyla Batı’daki karanlık siyasal içgüdüler de hortlamaya, bu hareketler de güçlenmeye başladı. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, azınlık düşmanlığı, İslamofobi ve antisemitizm gibi konular marjinlerden ana akım siyaset tartışmalarına doğru sızdı ve ilerledi. Ama yine de bir ölçüt alacaksak, bu haliyle bile Batı’daki sağlıklı sivil-asker ilişkilerini kendimize örnek olarak alabiliriz. Neden Türkiye’deki sivil-asker ilişkileri de İsveç’teki gibi olmasın?

***

Dilerim Türkiye’de artık askeri müdahaleler ve girişimler hiç yaşanmasın, bizden sonraki kuşakların gündeminde bile olmasın, Türkiye’deki sivil-asker ilişkileri normalleşsin ve demokratikleşsin. Bizler de bundan sonra demokrasimiz için bizleri geriye değil de, ileriye götüren konuları konuşalım, tartışalım. Artık darbeleri geride bırakalım da bireysel özgürlükler, toplumsal cinsiyet eşitliği, ekoloji politikaları ve parti içi demokrasi gibi konuları konuşalım mesela…

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri