Yok edici çağ ve nüfus fazlası

Kültür Tarihi araştırmacısı Taner Ay “Bilim insanları, bugün dünya çapında ortalama 2.4 civârında olan doğum oranının 2100 yılına gelindiğinde 1.7’ye kadar düşeceğini öngörüyor” diyor.

Son makalemde, yok edici çağın belirtilerinin, büyük depremlerin sıklaşması, uzun süreli yeni salgın hastalıklarının yayılması, kutup bölgelerindeki ve yüksek dağlardaki buzulların erimesi, şiddetli yağışların sellere neden olması, orman yangınlarının artması, bazı bölgelerin iklim değişikliği nedeniyle çölleşmesi, bitki ve hayvan türlerinin bir kısmının ortadan kalkması, temiz su kaynaklarının hızla tükenmesi ve kışkırtılmış etnik çatışmalarla birlikte hızlı nüfus değişimlerin yaşanması olduğunu ifâde etmiştim (Karar, 17 Ağustos 2021). Asıl sorunsa, bu belirtilerle başlayacak olan yok edici çağın bir sonraki safhasında nelerin yaşanabileceğinde. Makalemi okuyan pek çok dostum haklı olarak bana bunu sordular. Ne düşünürsem düşüneyim, düşündüklerimin hepsi takdire ve tahmîne dayandığından, yazacaklarımın günümüzde ilmî bir değerinin bulunmadığını da belirtmeliyim.

Bir yüz yıl içinde robot ve yapay zekâ kullanımıyla birlikte pek çok sahada muhtemelen önce insan emeğininin ortadan kalkacağını düşünüyorum. Bugünden bilgisayarda saniyede 537 katrilyon işlem hızına ulaştık (Halk TV, 18 Ağustos 2021). Yapay zekâ (AI), en basit ifâdeyle, görevini yerine getirmek için insan zekâsını taklit eden ve topladığı bilgilere göre kendisini yenileyebilen sistem veya makine anlamına gelmektedir. Pek çok şirket, bugün bile yapay zekâdan faydalanmaktadır. Satya Ramaswamy, “How Companies are Already Using AI” başlıklı makalesinde, şirketlerin, güvenlik ihlallerinin saptanmasında yüzde 44 oranında, müşterilerin teknolojiyle sorunlarını çözmede yüzde 41 oranında ve üretimdeki insan emeğini azaltmada yüzde 34 oranında yapay zekâ kullandıklarını açıklamıştı (Harvard Business Review, 14 Nisan 2017). Ben de “Netflix” şirketinin 2017 yılında yapay zekâ kullanarak müşteri kitlesinde yüzde 25’ten fazla büyüme kaydettiğinin haber yapıldığını anımsıyorum. Robot ise, canlıların işlevlerini ve davranışlarını taklit edebilen, fiziksel yeteneklere ve yapay zekâya sahip mühendislik ürünleridir. Günümüzde robotların en büyük kullanım alanı endüstriyel üretimdir. Özellikle de otomotiv endüstrisindeki monte, kaynak ve boya işleri robot kullanımına dayanmaktadır. Bugün “faydalı” olabilirler. Ama, robotların ileride Isaac Asimov’un “robot, insanlığa zarar veremez veya insanlığın zarar görmesine izin veremez” ilkesi üzerine inşâ ettiği üç yasaya uymayacakları kanısındayım. Bana göre yapay zekâ ve robot kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte ileride “işçi sınıfı” diye bir şey kalmayabilir. Orduları da muhtemelen büyük oranda robotlar ve yapay zekâlar oluşturacaktır. DARPA’nın gözetimi altında Boston Dynamics tarafından üretilen 1.80 boyundaki iki ayaklı insansı robot “Atlas” sizi korkutmuyor mu? Bu robotun arama ve kurtarma için tasarlandığı söyleniyor ama, palavra olmalı. Çünkü, DARPA kısaltmasıyla anılan ABD kurumu, Savunma Bakanlığı bünyesinde olup, Amerikan ordusuna yeni harp teknolojileri üretmekle görevlidir. Örnekler elbette çoğaltılabilir. Sonuçta ortaya üretime ve ekonomiye katılmayan büyük bir nüfus çıkacaktır. Kapitalizm, üretime ve ekonomiye katılmayan nüfusu hiç sevmez. Kaldı ki, nüfus, başından beri kapitalizmin zâten en büyük sorunlarından birini oluşturmuştur. Robotların ve yapay zekânın olmadığı bir dönemde, Malthus, nüfusun, 1, 2, 4, 8, 16, 32 ve devâmı olarak geometrik bir dizi biçiminde artmasına rağmen, gıda üretiminin, 1, 2, 3, 4, 5, 6 ve devâmı olarak aritmetik bir dizi biçiminde arttığını yazmıştı (Thomas R. Malthus, Nüfus İlkesi, 2017). Kısacası, nüfus artışı denetlenmezse, gıda artışından daha fazla artacağından, ekonomik sistemler için büyük krizler çıkaracağını yazıyordu. Karl Marx ise nüfus sorununu sınıf ilişkilerine indirgeyip, sorunu doğrudan kapitalizmin yarattığı belirtiyordu (Nüfus Sorunu ve Malthus, 1976). Nüfus sorununda, Malthus mu yoksa Karl Marx mı haklı, artık takdiri okura bırakıyorum. Ama, yok edici çağda, üretime ve ekonomiye katılmayan nüfusun, iktidar seçkinleri tarafından çeşitli şekillerde ortadan kaldırılacağına inanıyorum. Bunlardan biriyse laboratuvar ortamında üretilen virüsler olacaktır.

Yapay zekânın ve robotların yaratacağı nüfus fazlasından önce de, zâten bir nüfus fazlası olacaktır. Önümüzdeki 40 yıl içinde dünya nüfusuna iki milyar insanın daha eklenmesi ve 2075 yılında dünya nüfusunun 9.5 milyar olması bekleniyor. Buna karşın su tüketimi sadece 2030 yılına kadar bile yüzde 30 oranında artış gösterecek, yiyecek kıtlığı çıkacak ve üç milyardan fazla insan barınacak yer bulamayacaktır. Hiçbir sistem bu yükleri kaldıramaz. Bu yüzden, iktidar seçkinleri, nüfus fazlasını muhtemelen laboratuvar ortamında üretilen virüslerle öldürürken, iklim değişikliğinden ve orman yangınlarından bile yararlanacaklardır. Çünkü, orman yangınlarında alevlerden çıkan parçacıkların solunmasından kaynaklanan akciğer hasarının salgın hastalıklara yakalanma ve enfeksiyonlardan ölme olasılığını artıracağı muhakkaktır. Günümüzün bazı salgın hastalıkları acaba “test” olabilir mi? Mümkündür. İktidar seçkinlerinin nüfusu azaltmak için başka beklentileri de olacaktır: Küresel iklim değişikliğiyle dünyanın bazı bölgelerinin çölleşerek oradaki bütün cânlıları yok etmesi, genetiği değiştirilmiş organizmaların ve ilaçlanmış yiyeceklerin neden olacağı hastalıklar, gıda üretiminin nüfus oranında artmamasının yaratacağı açlık ve kıtlık, temiz su savaşlarının ve etnik çatışmaların çıkması, bazı yerleşim yerlerinin ekolojik felâketlerle coğrafyadan silinmeleri gibi...

Nüfus fazlasına müdahale düşüncesi eskidir. 20’nci yüzyılın başındaysa bu fikrin arkasında hep Rockefeller ve Carnegie gibi birkaç zengin aile olmuştur. Margaret Sanger’in “daha kaliteli bir insan ırkı yaratmak için kalitesizleri elemek” düşüncesine Rockefeller destek vermiştir, 1904 yılında Carnegie Enstitüsü Amerikan vatandaşlarını gerektiğinde elemek üzere kan kartları endeksi hazırlamıştı. Kan kartı tasarısının amacı kusurlu kanın ayrıştırılıp, esmer tenlileri ve hastaları kısırlaştırmaktı. Rockefeller buna da destek verdi. 1909 yılında Kaliforniya’da çıkan bir yasayla zekâ engelli olan ve fahişelik yapan 9782 kişi zorla kısırlaştırıldı. Illinois’teki bir akıl hastahânesindeki hastalara tüberkülozlu inek sütü verildi. Rockefeller, Naziler’e, kusurlu kan taşıyanların ve engellilerin öldürülmesi için para yardımında bulundu. Soykırımdan sadece Naziler’i sorumlu tutmak haksızlık olur. Naziler’in soykırım çalışmalarının başında Rockefeller Vakfı’nın adamı Alman Ernst Rüdin ve Amerikalı Edwin Black bulunuyordu. Vakfın desteklediği Amerikalı Hermann Muller de aynı projede çalışıyordu. Rockefeller ve çok uluslu dört şirket İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraysa küresel yiyeceği denetleme işine girdiler. Genetiği değiştirilmiş organizmalar fikri böyle ortaya çıktı. Ama, genetiği değiştirilmiş organizmalar, Pentagon’un kimyasal savaş araştırmalarıyla doğrudan bağlantılıydı ve aslında nüfusu azaltmak için geliştirilmişlerdi.

Küresel iklim değişikliğine fosil yakıtların kullanılması ve tropikal ormanların yok edilmesi kaynaklı karbondioksitin etkisi yüzde 50 ile yüzde 60 oranındadır. Aerosoller, buzdolapları, klimalar, bilhassa elektronik sanayiinde kullanılan temizlik maddeleri ve köpük üretimi kaynaklı kloroflorokarbonun oranı yüzde 22’dir. Çöplükler, kömür madenleri ve doğal gaz boru hatlarındaki kaçaklara dayalı metan yüzde 14 oranında etkilidir. Trafik, termik santraller ve ormansızlaşma kaynaklı ozonun etki oranı yüzde 7’dir. Tarımda sunî gübre kullanımı ve fosil yakıt kullanımı kaynaklı azot protoksitinin etki oranıysa yüzde 4’tür. İklim değişikliği bütünüyle insanın teknolojiyi ve doğayı kötüye kullanmasına dayanıyor. Bunların yıllık artış oranları da yüksektir. Karbondioksitin artış oranı yüzde 0.3 ile yüzde 0.5 arasında, kloroflorokarbonun artış oranı yüzde 4 ile yüzde 5 arasında, metanın artış oranı yüzde bir, ozonun artış oranı yüzde 0.5 ve azot protoksitinin artış oranıysa yüzde 0.2’dir (Aynur Demir, Küresel İklim Değişikliğinin Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Kaynakları Üzerine Etkisi, s.40, 2009).

İnsan iklim değişikliğine neden olurken sadece kendi sonunu getirmiyor, hayvanları da yok ediyor. Bırakın geleceği, son 40 yıl içerisinde bile dünyadaki çeşitlilik konusunda yüzde 52 oranında bir kayıp yaşandığı muhakkaktır. İnsan kaynaklı nesli tükenen hayvan türü toplamda 784 olarak saptanmışken, 16.119 hayvan türünün de yine insan faktörü nedeniyle nesillerinin tehlikede olduğu açıklanmıştır. Kutup ayılarının neslinin de 80 yıl içinde tükenebileceği söyleniyor (BBC News Türkçe, 21 Temmuz 2020). Ben bu kadar bile uzun süreceği kanısında değilim. Çünkü, araştırmalar, ayıların 10 yıl öncesine göre artık yüzde 20 daha zayıf olduğunu gösteriyor ve bunun da nesillerinin daha kısa sürede tükeneceğinin bir işâreti sayılması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, küresel ısınma nedeniyle kopan büyük buz kütleleri üzerlerinde bulunan kutup ayılarını sürekli başka yerlere sürüklüyor. Onlardan birinin 1993 yılında İzlanda sahiline vurduğunu, ama balıkçılar tarafından öldürüldüğünü anımsıyorum. Pek çoğu da boğulmuş olmalı.

Nüfusu azaltmak amacıyla tasarlanan genetiği değiştirilmiş organizmaların ölümcül etkileri üzerine ayrıca yazacağım. Burada sadece gıda katkısı olarak kullanılan L-Triptofana kısaca değinmek istiyorum. Esansiyel aminoasit olan L-Triptofan vücutta serotonin yapımında kullanılıyor. Ama, gıda katkısında, bakterilerin genlerinin bu aminoasidi salgılayacak şekilde değiştirilmeleri sonucunda, ABD’nde, yaklaşık olarak 100 kişinin öldüğü ve 5 bin ile10 bin arasındaki kişinin de hastalığa yakalandığı anlaşıldı. Genleri değiştirilmiş bakterilere ürettirilen L-Triptofan aminoasidinden kaynaklanan bu hastalığa ise EMS (Eozinofili Miyalji Sendromu) ismi verildi.

Tatlı ve temiz su kaynaklarımızın hızla tükendiğiyse bir hakikat. Dünyada bugün 884 milyon insanın suya erişim sıkıntısı yaşadığı açıklanmıştı. 2050 yılındaysa bu sayının 5.7 milyara çıkması bekleniyor (Deutsche Welle Türkçe, 22 Mart 2018). Dünyanın pek çok yerinde şimdiden temiz suya ulaşmak mümkün değil. Kirli su ise ölüm demektir; meselâ Afrika’nın bazı kesimlerinde beş çocuktan üçü, henüz beş yaşına ulaşamadan ölüyor ve bunun nedeni de genellikle onun içtiği suyun kirli olmasıyla açıklanıyor.

Bilim insanları, bugün dünya çapında ortalama 2.4 civârında olan doğum oranının, 2100 yılına gelindiğinde 1.7’ye kadar düşeceğini öngörmekteler. Doğum oranının düşmesi, yoksul ülkelerde insanların daha iyi yaşam imkânları bulmaları, daha az doğum ve daha az çocuk ölümü demekmiş. Nüfusun azalması sonucunda, Ruanda gibi sefâlet ülkelerinde bile yeni doğan bir bebeğin sağlıklı ömür beklentisinin 2000 yılında doğan birine göre ortalama olarak 22 yıl daha uzayacağı düşünülüyor. Dünyanın diğer yerlerindeyse, yeni doğan bebeklerin, 2000 yılında doğan bebeklere kıyasla, en azından 5 yıl daha uzun yaşayacakları söyleniyor. Ama, bir katliam suçunun üzerine inşâ edilecek olan “sağlıklı uzun yaşam” ne kadar etik olacaktır, işte bunu hiç kimse dile getirmiyor. Ayrıca, yazılanlarının aksine, beslenme zinciri ve doğanın düzeni bozulduktan sonra, sağlıklı ve uzun bir yaşamı mümkün bulmadığımı da eklemeliyim...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (10)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri