Mültecilik, yaşamdan öğrenme ve olası riskler

Eğitimci yazar Abdulbaki Değer “Bizi taşımakta yetersiz olan bir yapının Suriyelilerle birlikte hepimiz için derde deva olacağını düşünmek kendimiz kandırmaktır” diyor.

ABDULBAKİ DEĞER

1961 yılında Almanya ile Türkiye arasında imzalanan ‘İşgücü Anlaşması’ kapsamında 450 kişilik ilk işçi kafilesi Haydarpaşa tren istasyonundan Düsseldorf’a hareket etti. İlk etapta 6 bin civarında işçi talep eden Almanya ilerleyen yıllarda yüz binlerce işçiye ve onların ailesine ev sahipliği yaparken buldu kendini. Giden ilk işçilerimiz de hatırı sayılır bir maddi güce ulaştıklarında bir an evvel gurbete son vereceklerini düşünüyorlardı. Onlar da bu naif hayallerle işe başlarken kendilerini kayıp kuşaklar, üçüncü-dördüncü kuşaklar ile Almanya’da hayat mücadelesi verirken buldular. Türkiye atıl vaziyetteki işgücü ve daralmış ekonomisi için bir can simidi olarak bu durumu değerlendirirken işin sosyal, kültürel ve politik maliyetleri ile yüzleşiyor hâlâ.  

Türkiyeli ilk işçiler maddi anlamda belirli bir seviyeye geldiklerine kanaat getirdiklerinde nasıl döneceklerine ilişkin kesin kanaat sahibi idiyseler Almanya da aynı şekilde gelen işçilerin kısa sürede döneceklerine ve kültürel-siyasal-dini homojenizasyonunun devam edeceğine inanıyordu. Nitekim gelen Türkiyeli işçileri ‘Gastarbayter’ yani ‘misafir işçi’ olarak tanımlamışlardı. Misafir zaten doğası gereği geri gitmek üzere geçici olarak gelmiş olan değil miydi! Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Ne ilk işçiler zannettikleri gibi parayı denkleştirdiklerinde geri döndüler ne de Almanya bandolarla karşıladığı ‘Gastarbayter’leri aynı coşkuyla geri gönderebildi. Hatta 1983 yılında çıkardığı ‘Geri Dönüşü Teşvik Yasası’ ile birtakım maddi vaatlerle geri dönüşü teşvik etmeye girişti ancak bugün Almanya’da Türkiyelilerin varlığı büyüyerek devam ediyor. Sofistike politikaların yönlendirdiği bir süreç olmaktan ziyade taraflar, yaşayarak öğrenmenin getirdiği yüksek maliyetle mücadele veriyorlar hâlâ. Yabancı düşmanlığı, İslamofobi, entegrasyon güçlükleri Almanya ve gurbetçiler için sorun olarak devam ederken Türkiye için aynı zamanda bunların yanı sıra iç işlerine müdahalenin açık veya örtük aparatları olarak kullanılıyor.  

Gelişmeler kısa vadede mültecilerin bir geri dönüşün imkansız olduğunu gösterdiği gibi orta vadede bir geri dönüşün mümkün olacağına ilişkin gerçekçi bir emare görünmüyor. 

1960’ların başındaki bu hikayenin esas itibariyle tarihsel olarak göçün hedef ülkesi olan Türkiye için çok bilinmez olmaması icap ediyor. Ancak nasıl oluyorsa bazen insan/ülke tecrübesinden yalıtık, hafızasını yitirmiş gibi de olabiliyor. Tarihsel olarak sahip olduğu göç birikimini bir kenara bırakarak yukarıda son yarım yüzyıl içindeki iradi göçe ilişkin yaşadıklarımıza kaba taslak değindim. Bu yaşanmışlıktan, bu tecrübeden hikmet-i hükümetin, toplumun dinamik unsurlarının pek çok şeyi damıtmış olması icap ediyordu. Ancak gel gör ki 2011 yılında Suriye’den ülkemize giriş yapan 252 kişilik ilk kafilenin ardından bugüne değin sergilediğimiz tavır-tutum, yürüttüğümüz politikalar yeni bir yaşayarak öğrenme süreci ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini bize gösteriyor. Bunları yürüttüğümüz ve her türlü takdirin ötesinde olan açık kapı politikasına ve yapılan büyük yardımlara rağmen söylüyorum. Gelen Suriyelileri Almanların ‘Gastarbeyter’ tanımlamasını andırır şekilde ‘Geçici Koruma’ şeklinde tanımladığımız bir hukuki statüyle tanımladık. Buradaki ‘geçici’ esas itibariyle Almanların ‘misafir’ tanımlamasında da görüldüğü üzere gelenlerin kısa süre içerisinde geri dönecekleri varsayımı üzerine oturtulmuş. Oysa Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 29.11.2018 tarihli güncel verilerine göre ülkemizde ‘Geçici Koruma’ altında olan nüfus sayısı 3 milyon 607 bin 563’e ulaşmış durumda. Suriye ve bölgemizdeki gelişmeler kısa vadede bir geri dönüşün imkansız olduğunu gösterdiği gibi orta vadede de bir geri dönüşün mümkün olacağına ilişkin gerçekçi bir emare görünmüyor. 2011 yılından bu yana Türkiye’de doğan Suriyeli sayısı bile yarım milyona yaklaşıyor. Göçün doğası, seyri gibi hususlar ‘geri dönecekler’ beklentimizin aşırı iyimser bir beklentiden öte bir şey olmadığını gösteriyor.  

Dolayısıyla vaziyet bu iken yakın geçmişte maliyetli şekilde öğrendiğimiz ve iradi bir şekilde başlayan Türkiyelilerin başta Almanya olmak üzere Avrupa deneyimleri de önümüzde iken orta ve uzun vadede Türkiye için hem ekonomik hem kültürel hem de siyasi bir imkan olan bu nüfusu rafine bir şekilde yönetmek yerine akut tedbirlerle, aşırı iyimser beklentiler üzerinden geleceğe öteleyen yaklaşımla büyütüyoruz. Türkiye için yeni ve büyük bir sorun başlığı açıyoruz. Sorunu gelen bu nüfusun herhangi bir engelle karşılaşmadan ülkemize gelmesi, temel ihtiyaçlarının ve hoş görüyle karşılanması olarak değerlendiremeyiz. Entegrasyon ve uyum politikalarımızın özünü gelenlerin mevcut olana kendilerini uydurmaları gibi son derece yanlış bir formülasyon asla belirlememeli. Bu tarz bir yanlıştan behemehal çıkmalı ve sadece gelenin değişimini öne süren bir okumadan kendimizi kurtarmalıyız.  

Bizi taşımakta, memnun etmekte yetersiz olan bir yapının yeni gelen Suriyelilerle birlikte hepimiz için derde deva olacağını düşünmek kendimiz kandırmaktır. Gelenler sadece mekan değiştirmiyorlar aynı zamanda yeni mekanı ve ilişki biçimini de değişime zorluyorlar. Kendimizi sabit, değişimden muaf tutarak gelenlerinin değişimini beklemek yeni ‘kayıp kuşakların’, yeni çatışma ve gerilim alanlarının oluşmasına izin vermektir. Türkiye’de mevcut sistemin kodifikasyonu, ilişki biçimi ulus devletlerin ‘ayrık otlarını’ tasfiye edip belirli standardizasyonu-homojenizasyonu barındırdığı için Türkiye toplumunu taşımaktan aciz, sorun teşkil edicidir. Bu ana sistematiği muhafaza edip üstelik yeni gelen ve gelmeleri normal bir geliş olmayan bu insanları da taşıyacağını düşünmek açıkçası hayata aktif bir müdahaleden imtina etmektir. Gerçeklerden kaçmak, gerçekliğe bağı olmayan hayal dünyasına sığınmaktır.  

Eğitim sistemimizin bizim çocukları taşıma kapasitesi ortadayken eğitim çağındaki yaklaşık bir milyon öğrencinin sadece mevcut okulla buluşması ile iktifa edebilir miyiz? Bu nüfusun orantılı olmasa da Türkiye’nin her tarafına dağıldığı dikkate alındığında Öğretmen Yetiştirme düzeneğimizin aynı kalmasını kabullenebilir miyiz? Müfredatın aynı kalması düşünülebilir mi? Yürürlükte yasal mevzuat bu köklü dönüşümden etkilenmeden devam edebilir mi? 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına değin baskın şekilde hayatın formüllerden çıkarılabileceği hatta çıkması gerektiği bir düşünceye ve mühendislik siyasetine alan açtı. Bunun faturasını da ödemiş bir toplum olarak artık bu tarz özünde hayatla didişen sözde politikalar yerine yaşanmışlığı ve günümüz gerçekliğini dikkate alan ve gelecek projeksiyonu olan politikalara ihtiyacımız var. Yönetilmeye, yönlendirilmeye, akut tedbirlerin ötesinde orta ve uzun ölçekli analizlere dayanan politikalarla muhatap olunması gereken yeni bir sürecin içerisindeyiz. Mevlana’nın ifadesiyle ‘...Dünle beraber gitti cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait, Şimdi yeni şeyler söylemek lazım!’ 

Türkiye için ekonomik, kültürel ve siyasi bir imkan olan Suriyeli nüfusu rafine şekilde yönetmek yerine akut tedbirlerle geleceğe öteleyen yaklaşımla büyütüyoruz.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

İlgili Haberler

BM'den ABD'ye "düzensiz göçmen ve mülteci" tepkisi

Görüşler Haberleri