Osman Çakmak: Rektör seçimini kaldırmak yetmez

İstanbul Gelişim Üniversitesinden Prof. Dr. Osman Çakmak, kaldırılan rektörlük seçimlerini ve yükseköğretimde yaşanan sorunları kaleme aldı.

Nihayet üniversitelerde bir dönemin sonuna gelindi. Rektör seçimlerinde üniversiteler devreden çıkarıldı. Böylece 1992’den beri üniversitelerde öğretim üyelerinin oylarıyla rektör adaylarının belirlenmesi uygulaması son buluyor. Cumhurbaşkanı, devlet üniversitelerinin rektörlerini YÖK’ün belirleyeceği üç aday arasından seçecek. 

Üniversite problemi denilince tartışılan konuların başında rektör seçim sistemi ve rektörlerin yanlış tasarrufları akla geliyordu. Üniversitelerde en göze çarpan huzursuzluk kaynağı bu oluyordu. Topluma örnek olması gereken üniversitelerde ortaya çıkan kutuplaşmalar ve kırgınlıklar sebebiyle üniversiteler bilakis problemlerin merkezi haline geliyordu. Şimdi bu huzursuzluklar geride kalacak. 

Üniversitede rektör, önce  kalkınma, gelişme  ve yenilikle buluşma hususunda  topluma/sanayiye karşı sorumlu, sonra da iyi bir eğitim vaadi  ile öğrenciye karşı sorumlu  bulunmaktadır. Aynı zamanda akademisyenleri de denetleyen makamdır. Beni denetleyecek kişiyi benim seçmem ne derece doğru bir uygulama oluyordu? Dolayısıyla akademisyenlerin seçtiği bir rektör uygulaması doğru bir uygulama değildir. Bu uygulama ülkemizde üniversite sisteminin ne denli bozuk hale geldiğinin bir göstergesi olmaktaydı.

Üniversiteler, kitleleri ardından sürükleyen felsefi ve siyasi düşüncelerin, bilimsel ve teknolojik yeniliklerin üretildiği, eleştirildiği, yanlışlandığı veya reddedildiği mekanlardır. Üniversiteler değişimin taşıyıcısıdır. Peki, dönüp baktığımızda var mı böyle bir üniversitemiz? Elbette yanlış  uygulamalardan doğru bir üniversite çıkmamaktadır.

Kalite ve keyfiyet...

En yeni bilgi ve tecrübeleri taraflarla paylaşarak üniversiteleri uzmanca düşünmenin, derin bilginin merkezi haline getirmek ve böylece üniversiteleri kalkınmanın ve gelişmenin motoru yapabilmek amaç olmalıdır. Bu asli görevlerin ifa edilmesi, halkın da söz sahibi olacağı yani halkın temsilcilerinin denetleyeceği mekanizma ve sistemleri kurmakla mümkün olabilir. Bu yüzden üniversiteler için doğru olacak olan uygulama, bir mütevelli heyeti eliyle idare edilmeleridir. Mütevelli heyetinin kimlerden ibaret olacağı da son derece önemlidir. O bölgenin/ilin sanayi ticaret odası başkanları, o bölgenin devlet temsilcileri olan vali ile belediye başkanları, o bölgenin vergi rekortmeni iki üç iş adamı heyette yer alabilir... Mütevelli heyetinde bir yandan üniversite hocaları da temsil edilmelidir. Bu temsil oranı yüzde elli civarı olmalıdır. Ayrıca öğrenci temsilcilerinin de rektör seçiminde bir yeri olmalıdır ki rektör kendisini öğrencilere karşı sorumlu hissetsin.

Tüm öğretim üyeleri her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikir çalışması yapmak zorunda bırakılmalıdır. Araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığı sorulmalıdır.

Bu değişimin gerçek üniversite reformuna giden yolda bir ilk adım olmasını temenni edelim. Zira hükümet, 2003 yılından bu yana YÖK Kanunu’nu değiştirmek için birçok teşebbüste bulundu. 2003 yılında ben de Milli Eğitim Bakanlığı’nın YÖK yasa taslağı oluşturma komisyonlarında görev almıştım. Aynı şekilde Eğitimciler Birliği Sendikası (EğitimBirSen) Genel Başkanlığı’nın oluşturduğu YÖK yasa taslağı hazırlama komisyonlarında da bulunmuştum ve tüm bu çalışmalarda üniversite reformunun hayata geçirilmesi için çabalar mevcuttu. İnşallah rektörlere dair düzenlemeyi takiben gerçek bir YÖK reformuna giden dönüşümlerin de yolu açılır.

Peki, böylesi bir reforma giden yolda var olan köklü sorunlar ve çözümleri nelerdir?

Rektörlerdeki olağanüstü yetkilerden doğan suistimallerden söz etmeyeceğim bu yazımda. Ancak şu kadarını ifade edeyim ki üniversitelerde gelişimin  önündeki en önemli engellerden birini rektörlere verilen olağanüstü yetkilerin teşkil ettiğini aşağı yukarı herkes bilmektedir. Ama çok ilginçtir ki bunca yetkiye rağmen rektörlerin topluma karşı ve eğitim ve araştırmanın gelişimi hususunda hemen hiçbir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Meselenin içinde olanlar bilir ki üniversitelerde bilim, eğitim ve araştırmaların kalite ve keyfiyetleri ile ilgilenilmemektedir. Daha çok şekli şeyler öne çıkmaktadır. Mesela on yıl boyunca doğru dürüst bir eser sunmayan, bir ürüne imza atmayan bir akademisyen rahatlıkla öğretim üyeliği mesleğini sürdürebilmektedir. Ciddi akademik başarı ve yayınları olmayan birisi, bölüm ya da anabilim dalı başkanı, dekan, hatta rektör bile olabiliyor. Üniversiteye adımını bir kere atan ciddi bir eser ortaya koymasa da profesörlüğe kadar gidebiliyor. Dahası, şimdiki idari yapılanma sayesinde bilimsel araştırma ve akademisyenlikle alakası olmayanlar da kolaylıkla üniversiteye adım atabilmektedir. Tabii ki yükselmeler de aynı şekilde sürmektedir.

YÖK sisteminin kolay doktora, kolay doçentlik, kolay ve sulandırılmış profesörlük kriterleri yüzünden bilimsel vasfa ve kapasiteye haiz olmayan insanlar kolaylıkla üniversitelerde görevlerini sürdürebilmektedir. İlginçtir ki doçentlik sözlü sınavında, bilimsel sahanın ileri konuları ve literatür araştırmaları gibi konular yer alması gerekirken lisans seviyesindeki konular öne çıkmaktadır ve bu sebeple doçentlik sınav sistemi dejenere olmuştur. Post doktora denilen doktora sonrası dönemde özgün çalışma yapmayanlar, hatta sahasının literatürüne hakim olmayanlar bile doçent olabilmektedir.

Çözüm için köke inilmeli

YÖK Başkanlığı’nın son günlerde üniversitelerde köklü değişimler için bir arayış içinde olduğu dikkat çekiyor. Ancak ne var ki problemlerin yansımaları ile problemlerin kökenindekiler ayırt edilemediğinden düzenlemeler genelde şekli dönüşümler şeklinde kalmaktadır. Halbuki YÖK, bilim adamları arasında belli bir sınıflandırmaya giderek çalışanla çalışmayanı ayırt eden sistemler kurmaya başlamalıdır.

Örneğin ilk safhada yapılacak işlemlerden birisi; profesör, doçent ve yardımcı doçent hatta doktora sınavı jürilerine seçilecek olan profesörlerde belli kriterler aranmasıdır. Bilimsel rüştünü ispatlamamış, bilimsel çalışmalardan uzak olanlara bu jürilerde görev verilmemelidir. Meslekte muayyen bir seviyeyi aşmış kişilerin görev alması esas olmalıdır.

Çalışan-çalışmayan ayrımı

Türkiye’de akademik unvanların veriliş kriterleri de vizyonsuzluğu, misyonsuzluğu ve birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik edici mahiyettedir. Unvan verilmesinde öğretim üyesinin bölümüne, kurumuna, yöresine ve tüm ülkeye verdiği hizmet göz ardı edilip münferit yayınlar esas alınmakta ve böylelikle öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğu pekiştirilmektedir. Ve maalesef modern dünyada bunun böyle olduğu zannedilmekte ve bu uygulama modernlik ve bilimsellik adına yapılmaktadır. Bu şekilde öğretim üyeleri, ülkenin problemlerine eğilip çözüm üretmek yerine kolayca yayın çıkarabilecekleri alanlara yönelmekte böylece üniversiteler endüstri ve sektörden kopmaktadır. Halbuki yayın çıkarmak bir üniversitenin misyonu olamaz, üniversiteler olsa olsa yapılan güzel işleri ve varılan güzel neticeleri başkalarıyla paylaşmaya aracı olabilir.

Araştırmayı ve bilimi değerlendiren; çalışkanı ve üretkeni mükafatlandıran bir yapı meydana getirdiğiniz takdirde, üniversitelerdeki araştırmalara elini sürmeyen insanlar bile gayrete gelecek; kendini yenileme ve yetiştirme  gayreti içine girecektir. Üniversite öğretim elemanlarına belli bir maaştan sonra araştırma projesi, makale, danışmanlık hizmetleri, yetiştirdiği elaman sayısı, yaptığı danışmanlık, verdiği konferans, yazdığı kitap ve verimlilik oranında ücret verilebilen bir yapılanma oluşturulmalıdır. Hâlihazırda sürdürülmeye çalışılan performans sisteminin dejenere edildiği ve bu amaca hizmet etmediği görülmelidir.

Artık, her öğretim üyesi her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikri çalışma yapmak zorunda bırakılmalıdır. Araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığı sorulmalıdır. Sanatçılar kabiliyetlerine göre mükafatlandırılmakta, sporcular da güzel oyunlarına göre değerlendirilmektedir. Bilim adamlarına verilecek değer de topluma hizmeti, ürettiği projeler ve sorunlara bulduğu çözümler ve yaptığı yenilikler ölçüsünde olmalıdır. Sadece bilimsel makale sayısı kriter ve esas olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde o zaman şimdi olduğu gibi iş yayıncılık oyununa dönüşmekte; ucuz yayın yapma yolları öne çıkmaktadır. Ülkemiz bu şekilde gelişmiş Batı ülkelerinin taşeronu konumuna düşürülmektedir. Bu yayınları değerlendiren ise ülkemiz değil Batı ülkeleri olmaktadır.

YÖK, çok önceki yıllarda profesörlüğe yükselmelerde bazı kıstaslar getirmişti. Kısa bir süre sonra profesörlüğe yükseltme yetkisini üniversitelere devretti. Profesörlük bugün zamanı geldiğinde (5 yılı tamamladıktan sonra) herkesin alabildiği bir unvan haline gelmiş ve artık adeta kişilerin özlük hakları hâline dönüşmüştür. Bilindiği gibi yükseköğretim sisteminde profesörlük en yüksek akademik unvandır. Bu unvanı elde edip kadroya ataması yapılanlar aynı üniversitede emekli oluncaya dek sürekli iş garantisine sahip hale geliyorlar. Profesörlüğün böylesine kolaylaştırılması ve ucuzlaştırılması sayesinde ülkemizde profesör sayısı, doçent sayısının kat kat üstüne çıkmıştır.

Üniversitelerimizde maalesef doğru işleyen bir performans değerlendirme ve ölçme sistemi ve bu sisteme bağlı olarak işleyen bir takdir ve ödüllendirme sistemi bulunmamaktadır. Bu yüzden de profesör kadrosuna atananlar zaman içerisinde bilimsel araştırmalardan giderek uzaklaşmaktadır.

İlginçtir ki doçentlik sözlü sınavında bilimsel sahanın ileri konuları ve literatür araştırmaları gibi konular yer alması gerekirken lisans seviyesindeki konular öne çıkmaktadır.

Onca yıl bilimsel çalışmalar yapıp profesörlük unvanını kazandıktan sonra verimlilikten uzaklaşan ve haftanın birkaç günü aynı dersin birinden çıkıp öbürüne koşan, dersliklere kapanmış ve dışarıdan kendisini izole etmiş bir profesörün kime yararı olacaktır? Kendisi yaptığı işten ne kadar tatmin olacaktır? Öğrencilerine şevk ve heyecan içinde ders anlatabilir mi böyle bir akademisyen? Ancak bir şeyleri araştıran kişide bilimin heyecanı olur; aynı şeyleri tekrarlayan kişide değil…   

Aklın ve mantığın kolayca kabul edebileceği kriterleri ve topluma doğrudan faydalı faaliyetleri ölçü almak varken neden kolaycılık neticesini doğuran bir yerde duruyoruz? 

Üretimin, bereketin, verimliliğin olduğu yola doğru ilerleyelim. Öğretim elemanının topluma ve öğrenciye faydalı yaptığı neler varsa değerlendirelim ve yükseltme kriterleri haline getirelim. 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

Görüşler Haberleri