Osmanlı’da sanayi ve faiz

Mehmet Genç’in son yazısını KARAR için yazdı.

Bu konuda 18. yüzyıldan itibaren sayıları artan gümrük defterlerinde bolca bulduğumuz verileri bazı yabancıların gözlemleri de doğrular niteliktedir. Mesela 18. yüzyılın sonlarında Fransa’nın Selanik’teki konsolosu Felix de Beaujour, 1797 tarihli bir raporunda, Türkiye’de bakır ve demir eşya imalatında gördüğü mükemmeliyet ve mahareti hayrete şayan bulduğunu ifade eder.

İtalyan seyyah Sestini, 1779’da ziyaret ettiği Bursa’da dokuma, deri, ayakkabı, elbise vb. imalat şubelerindeki başarılı örnekleri ayrıntılı şekilde anlatırken, Avrupa’da yaygın olan önyargının aksine, Türklerin bütün bu alanlarda son derece maharetli olduklarını ifade eder. İstanbul’da Müslüman ve Ermeni kuyumcular aynı yıllarda Divan’a başvurarak, kendi imal ettikleri ürünleri Avrupa’dan ithal edilenlerden ayırt etmeğe yarayacak bir marka kullanmalarına izin isterler.  

Belli ki imalatlarının daha üstün ve kaliteli olduğundan emindirler. Bir süre önce, 1750’lerde, İstanbul’da birkaç yıl kalarak incelemelerde bulunmuş olan Lyonlu Fransız iş adamı Jean-Claude Filachat, Simkeşhane’de imal edilen gümüş tellerin Fransa’dakinden çok daha ince çekilmiş olmasından hayranlıkla bahseder.

Boyacılıkta, bakır kapların kalaylanmasında ve maroken imalatında İstanbul’da gördüklerinden o derece etkilenir ki bu alanlardan birer ustayı alıp Fransa’ya götürür. Boyacılıkta Osmanlı ustalarının, özellikle kırmızı rengi elde etmede şöhreti o derecede idi ki; yerli kırmızı pamuk ipliği ihracatından başka, ayrıca Avrupa’dan ham iplik getirilir ve İzmir’de boyandıktan sonra tekrar ihraç edilirdi.  

Bu üstünlük, 18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da bilimsel kimyanın gelişmesi ile Osmanlı boyacı ustalarının meslekî sırları anlaşılana kadar devam etmiştir. Nitekim tanınmış iktisatçı E. Heckscher, 18. yy.da sanayinin her dalında İngiltere’den geri olan Fransa’nın sadece boya alanında “Doğu’nun hayranlık uyandıran boya sanayii ile temâsı sayesinde” daha ileri bulunduğunu ifade eder. Bu örnekler, Osmanlı esnaflarının beşerî sermaye oluşumu bakımından mazhar oldukları teşvike uygun cevaplar vermiş bulunduklarını yeterince ortaya koyuyor. 

DEVLET MÜDAHALESİ 

III. Üretim faktörlerinin son unsuru olarak nakdî ve fizikî sermaye konusunda da devletin önemli sonuçlar doğurmuş müdahaleleri vardır. Şehirlerde mal ve hizmet üretiminin en büyük bölümünü gerçekleştiren esnaflarla bunlara girdi sağlayan tüccar üzerinde, sermaye birikimi bakımından, bu müdahalelerin oldukça sınırlandırıcı etkileri olmuştur.  

Provizyonizmin bir gereği olarak mümkün olduğu kadar ucuzluğu sağlama saiki ile hareket eden devletin, esnaflık ve ticaret için meşru kabul ettiği kâr oranları, 16. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar genellikle %5-15 sınırları içinde kalır, nadiren bunun dışına taşardı. Hangi oranın benimseneceği, faaliyetin türüne bağlı idi. Herhangi bir imalat gerektirmeyen perakende ve toptan satışlarda normal sayılan kâr haddi %5-10 arasında, bazen daha da düşük olabilirdi.

Mesela Selanik peştamalları ile Karaferye havlularına İstanbul’da 1805’te narh verilirken, yerinde alım fiyatı üzerine nakliye, gümrük vs. masraflardan başka, getiren tüccar için %5 kadar bir kâr tanınmış, perakende satacak esnafa da sadece %2,2 oranında bir kâr verilmiştir. Aynı yıllarda, İstanbul’da dokunan ipekli kumaşların fiyatı belirlenirken, Bursa’dan ipek getiren tüccara tanınan kâr haddi %3-4 arasında idi. İstanbul mamulü ipekli kumaşları perakende satan bezzaz esnafına verilen kâr da %4-7 arasında değişirdi.  

Yine İstanbul’da 1726 yılında Mısır’dan gelen keteni küçük bir ameliye ilavesi ile yine hammadde olarak perakende satan esnafa tanınan kâr haddi %6,5’tu. Bu oran, malın yerinde alış fiyatına gemi navlunu, gümrük, depolama vs. masraflarla birlikte İskenderiye’den getiren tüccar için %10 kâr eklendikten sonra, perakendeci esnafın yapacağı ameliyenin gerektireceği %3’lük bir masraf da dâhil edilerek bulunan maliyetin üzerinden hesaplanıyordu.

Bu çok düşük oranlara karşılık az çok karmaşık imalatı gerektiren alanlarda, kâr hadleri biraz daha yüksek olarak %10-20’ye kadar yükselebilirdi. Mesela İstanbul’da tuğla ve kiremit imalatında 18. yüzyılın başlarında kabul edilen kâr oranı, ortalama %13,7; çivi imalatında ise 1760’larda %20 civarında idi. 

FİYAT KONTROLÜ 

Hemen hepsi sadece İstanbul’a ait olmakla birlikte yalnız İstanbul esnafını değil Mısır, Selanik ve Bursa gibi değişik merkezlerden mal getiren tüccarları da içine alan oldukça kapsamlı bir kâr sınırlaması ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyan bu birkaç örnek, tipik olan uygulamanın mantığını ve sınırlarını yeterince gösteriyor. Tabii ki her yerde her zaman bütün mal ve hizmetleri, titiz bir maliyet hesabı ile, devlet fiyatlandırıyor değildi.

Ancak, fiyatlandırdığı zaman meşru kabul ettiği kâr hadlerinin %2-20 sınırlarını pek aşmayacağı ve ortalama %10 civarında kalacağı tahmin edilebilir. Nitekim 1680 (1091) tarihli bir kanunnamede, narhta meşru kârın %10 olduğu, çok zahmetli işlerde bunun %20’ye kadar çıkarılabileceği, ancak bu sınırı aşmaması gerektiği açıkça belirtilmiştir.  

Mamafih, devletin narh koymadığı hallerde de Osmanlı esnaf sistemi, yapısı itibarı ile, piyasalardaki kâr hadlerini fiilen bu sınırlar içindeki ortalamaya doğru çekmede oldukça güçlü bir eğilim içinde bulunuyordu. Zira bu sistemde, her malın hammaddeden başlayarak nihai tüketime hazır hale gelinceye kadar geçtiği üretim ve mübadele aşamalarının her biri ayrı bir esnaf birimi olarak örgütlenmekle kalmaz, her aşamada farklı ürün türleri varsa onlar da ayrı birer örgütlenme birimini oluştururdu.

Bu sebepten her esnaf, girdi ve çıktıları ile zorunlu olarak bir veya birkaç esnafın alıcısı veya satıcısı konumunda idi ve aralarındaki fiyatlandırma ilişkisinde birinin kârını artırması diğerininkini azaltacağı için esnaflar birbirini frenlemeye çalışırlardı. Kolektif pazarlık gücü ile bunun başarılamadığı hallerde esnafın başvuracağı kamu otoritesinin belirleyeceği kâr oranının yukarıdaki örneklerin ve kanunnamenin gösterdiği sınırların içinde kalacağını tahmin etmek hiç de zor değildir. 

Mamafih, bu sistemin iyi örgütlenmiş şehir esnaflarında oldukça düzenli işleme şansı bulunmakla birlikte, benzer şekilde örgütlenmiş olmayan bölgeler arası ticarette kontrolünün zor olabileceğini, risk ve belirsizlikleri dolayısıyla aynı düzenlilikte geçerli olmayabileceğini de kabul etmek gerekir.

Ancak geçerli olduğu ölçüde bu derece düşük kâr oranları ile sermaye birikimi imkânlarının çok sınırlı kalacağı da muhakkaktır. Nitekim ticaret ve sanayi bakımından önemli bazı merkezlerdeki esnaf ve tüccar terekeleri üzerinde yapılmış olan araştırmalardan da bu anlaşılıyor. Meselâ 17. yy. boyunca Bursa’da, 18. yüzyılın başında Şam’da, 17 ve 18. yüzyıllar boyunca Kahire’de yaşamış yüzlerce esnaf ve tüccara ait terekelerin ortalama değerlerine göre hesaplanan servet büyüklükleri, esnaflarda 400-1000 kuruş arasında, tüccarlarda da 1500-4000 kr. arasında değişmektedir.

Aralarındaki farklara rağmen, sermaye birikimi imkânlarının her iki grup için de sınırlı kalmış olduğu görülüyor. Bu sınırı genişletebilmeleri için, ortalama kâr oranı olan %10’un altında bir faiz haddinde kredi bulabilmeleri gerekirdi. Daha düşük faiz haddinde kredi bulabilmelerine gelince, buradaki durum ise şöyle idi: 

OSMANLI’DA FAİZ 

Sermayenin hem oluşumu hem de mahreci bakımından önemli bir unsur olarak faiz, Osmanlı ekonomisinde ancak belirli birkaç alanda izin verilmiş, onların dışında İslam fıkıh kurallarına uygun bir rejim içinde, yasak statüsünde tutulmuştur. Faize izin verilen en önemli alan, sarraf muameleleridir. Burada amaç, büyük çapta nakdî sermayeye ihtiyaç gösteren maliye-iltizam sektörünün aksamadan çalışmasını sağlamaktı. Bu sektöre yeteri kadar sermaye akışını sağlamak üzere benimsenmiş olan faiz haddi, 17-18. yüzyıllara ait verilere göre, %20-25 arasında idi.

Bu sermayeyi oluşturabilmek üzere, sarraflara %15 civarında bir faiz haddi ile mevduat kabul etme imkânı verildiği de belgelerden anlaşılmaktadır. Faizin izinle uygulanabildiği diğer iki alan, yetimlere ait nakdî mirasın işletilmesi ve para vakıflarıdır. Tamamen insanî ve sosyal amaçla izin verilen bu iki alanda geçerli olan faiz haddi ise %12-15 civarında idi ve sarrafların mevduat kaynaklarını oluşturmada önemli payları vardı.  

Sınırlı alanlarda izinle belirlenen %12-29 arasında değişen faiz haddinin genel ortalaması %20 civarında olmakla birlikte, piyasadaki fiilî hadlerin daima daha yüksek olma eğiliminde bulunduğu düşünülürse, ortalama %10 kârla çalışabilen sektörlere sermaye akışını beklemenin imkânı olmadığı açıktır. Bu yüksek faizlerle nakdî sermayenin esas mahreci, maliyenin iltizam sektörüdür.

Ticaret ve esnaflıkta sermaye kıtlığı, devletin müdahale ve yönlendirmeleri sonucu oluşmuş bir durum olarak bilinen bir olgu idi. Küçük ölçekli basit aletlerle yapılan üretimin gerektirdiği sermayeyi, üreticiler kendi mütevazı kaynakları ile karşılayabilirlerdi. Ama az çok önemli nakdî ve fizikî sermaye gerektiren çarşı, bedesten, han, debbağhane, sabunhane, mumhane, boyahane, basmahane, kumaş apre tesisleri, mengene vb. alanlarda yatırım yapmalarının zor olduğunu bilen devlet, bu yatırımları ya kendisi doğrudan yahut da vakıflar aracılığı ile yapar ve üreticilere kiralardı.

Bu sabit tesislerde normal rant, %5-8 civarında idi ve mevcut kâr oranları ile kolayca karşılanabiliyordu. Devlet, bu sayede hem fiziki sermayeyi kontrolü altında tutarak üretimin düzgün akışını sağlar hem de bu tesislerde temerküz eden faaliyetleri, kaçakçılık riski olmadan, az masrafla vergilendirmeyi başarmış olur, ayrıca da bir rant geliri elde ederdi. Bu, Osmanlı iktisadî politika ilkelerinin tümüne âdeta ideal uygunlukta bir çözüm tarzını ifade ettiği için, köklü ve yaygın bir uygulamanın konusu olmuştur. 

KONTROLÜN HEDEFİ 

IV. Üretim Faktörleri Üzerindeki Devlet Kontrolünün Hedefi ve Sonuçları: 

Üretim faktörlerinin mülkiyeti, fertler arası dağılımı, tedavülü ve fiyatları, yani rant, faiz, ücret ve kâr üzerinde devletin doğrudan ve dolaylı olarak belirleyici, sınırlandırıcı ve yönlendirici mekanizmalarla kurduğu kontrolün esas hedefi, ekonomide her kesimin ihtiyaçlarının karşılanması ile birlikte devlete gerekli gelirin sağlanması, yani provizyonizm ve fiskalizm ilkelerinin herhangi bir engele uğramadan uygulanabilmelerini mümkün kılacağı düşünülen bir yapının oluşturulmasıdır.

Bu yapının temel kurumları oluştukça yavaş yavaş gelenekçilik de üçüncü ilke olarak modele eklenmiştir. Klasik dönemin başlarından itibaren her türlü değişim karşısında oldukça esnek bir tutumla “ibadullaha (halka), mîriye (devlete), nafi (faydalı) ise ve kimesneye mazarratı (zararı) yoğ ise” benimsenmekte tereddüt edilmez, aksi halde reddedilirdi.

Ancak bu üç unsurun her zaman bir araya gelmesi, yani hem halka hem devlete faydalı olacak, ayrıca kimsenin hakkını ihlal etmeyecek bir demetle karşılaşmak, herhangi üç noktadan bir doğrunun geçmesi tarzında, giderek nadir hale geldikçe, değişimi asgariye indiren gelenekçilik, üçüncü önemli ilke olarak iktisadî politikaya ait çerçeveyi tamamlamıştır. 

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (13)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri