Prof. Dr. Mehmet Evkuran: İslam coğrafyasını ötekileştiren FETÖ...

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran, FETÖ’nün sosyolojisini ve teolojik referanslarını kaleme aldı.

PROF. DR. MEHMET EVKURAN

İslamî duyarlılığınız varsa FETÖ hakkında yazarken ya da konuşurken ilk hissedeceğiniz şey aldatılmışlık, saflık, suça ortak olma duygularıdır. O nedenle FETÖ üzerine yapılan analizlerin öncelikle Müslüman iyimserliği ya da saflığı ile yüzleşmesi zorunludur. Bunu yaparken “aslında kim olsa aynısını yapardı”, “hepimiz çok kötüyüz”, “cemaat içimize kaçtı” türünden yanıltıcı ve bir o kadar da tehlikeli, sözde ‘mazoşist çözümlemeler’in tuzağına düşmemek gerekir. Melankoli, düşünmek ve sorgulamak değildir. FETÖ’nün kötülüklerini nedenleri ve süreçleriyle birlikte ortaya koyarken, kaçınılmaz olarak buna izin veren ‘suçlu yanımızı’ da sorgulayacağız, ancak asıl mesele olan ‘hırsız’ı da unutmayacağız.

Malum, İslam dünyasında sağlıklı ve sürdürülebilir bir sosyal düzen kurma girişimleri, önce içsel sonra da dışsal sorunlardan dolayı zorluklar yaşamaktadır. Batı’nın İslam dünyasını sömürgeleştirme politikalarının düşünce, kültür ve toplum üzerindeki etkileri ve doğurduğu olumsuz sonuçlar görmezden gelinemez. Ancak İslam dünyasının geçmişten getirdiği yapısal sorunların günümüze olan etkilerini araştırmak daha önceliklidir. İslam dünyasında dinsel gruplaşma olgusu sadece politik ve toplumsal değil aynı zamanda teolojik bir sorundur. Çünkü grubu kurmak ve süreklilik kazandırmak için kullanılan gerekçeler, dinsel/teolojiktir.

‘İnkarları mümkün kumpaslar’ 

İslam’da otorite algısı ve din-siyaset ilişkileri temel sorunlardandır. Ekonomik ve politik güç kazanan bir Müslüman cemaatin, gücü nasıl kullanacağı siyasal değil dinsel bir sorundur. Din tanımının siyasal otoriteyi de içerecek tarzda kurgulanması ve politik gücün vurgulanması, güçlenen her sivil Müslüman yapılanmanın politik otorite ile özdeşleşmeye, onu yönlendirmeye ya da onun yerini almaya çalışmasına yol açmıştır. İslam dünyasındaki sivil dinî kurumların dinsel-manevî bir söylem kullanmaları ve kurumsallaşmanın her aşamasında yapının ihtiyacına göre bu söylemi revize etmeleri din-siyaset sınırını aşındırmıştır.

FETÖ/PDY lideri Fethullah Gülen, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışan bir vaiz iken hitabetinin de verdiği güçle çevresinde yavaş yavaş bir cemaat oluşturmaya başlamıştır. Başlangıçta Said Nursi’nin talebesi olarak kendine alan açmış ve meşruiyet sağlamış ise de zamanla eserleri ve konuşmaları ile ‘kendine özgü’ bir dinî yapılanma oluşturmuştur. Öyle ki kendilerini Said Nursi’nin şakirtleri ve talebeleri olarak gören diğer ‘Nurcu’ guruplardan belirgin biçimde ayrışmıştır. Bir tür teolojik-toplumsal özerklik içinde gelişimini sürdürmüştür. Mezhepler tarihi ve kelam uzmanları bu hareketin bağımsız ‘mezhep’ olma yolunda emin adımlarla ilerlediği tespitini çoktan yapmışlardı. İngilizlerin İslam dünyasında ‘Kadiyânîlik’ türü mezhep ve dinsel gruplar oluşturma politikasına dikkat çekilmişti.

FETÖ/PDY’nın en belirgin özelliği Şiîlik’te önemli bir ilke olan ‘takiye’yi etkin biçimde uygulamasıdır. Takiye tarihi boyunca muhalefette kalmış olan Şiî toplumda tehlikeler karşısında kendini koruma ve ‘hayatta kalma’ ilkesi olarak gelişmiştir. Dinselleştirilmiş politik bir ilke olan takiye “kimliğini gizlemek ve olduğundan farklı görünmek” şeklinde uygulanmıştır. Kendisini Sünnî olarak niteleyen ve Şia karşıtı olduğunu vurgulayan bu hareketin takiye kavramını aynıyla kullanması bir çelişki olurdu. Bunun yerine ‘tedbir’ kavramı kullanılmıştır. Kurumlara sızmak için gereken her şeyi yapmak ‘tedbir’ kavramı üzerinden meşrulaştırılmış ve yıllara yayılan ustaca bir stratejiye dönüştürülmüştür.

Bir Sünnî gurubun Şia’nın temel ilkelerinden birisini kavramsal dönüşüme uğratarak etkin biçimde uygulaması çarpıcıdır. Bu, dini yaşamaya ve yaymaya çalışmayla değil, kamu kurumları ve sivil kuruluşları ele geçirme hedefli politik bir mücadeleyle açıklanabilir. Demokrasinin sunduğu imkânlar, kriz dönemlerinde oluşan fırsatlar, dinî ve seküler gurupların duyarlılıkları değerlendirilmiştir. AK Parti özellikle parti kapatma davası ve Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı darbe girişimlerinde örgütün kucağına itilmiştir.

Aslında örgütün yaptığı şey diğer Müslüman çevreler tarafından iyi bilinmekteydi. Ancak bu durum bir dinî grubun, fetvanın sınırlarını biraz zorlayarak da olsa Batıcı-seküler grubun elindeki kurumlara sızması şeklinde değerlendirilmiştir. Bu bakış açısıyla hoş görülen ve bir ölçüde desteklenen hareket izlediği politika sayesinde her politik dönemeci yeni kurumsal kazanımlarla aşmasını bilmiştir. Ne ki İslamcı kökten gelen ve demokrasiyi önemseyen siyasal aklın ‘külyutmazlığı’ karşısında ‘tedbir’in sınırları aşınmaya başladı. ‘Zor zamanların iyi’si, şimdinin ‘kötüsü’ne dönüştü. İktidar üzerinde hak iddia eden ancak beklediğini alamayan örgüt biriktirdiği gücü beklenmedik biçimde meşru hükümete karşı kullanmaya başladı. Bürokrasideki uyuyan unsurların, kırkikindilerin, vaktinde açan çiçeklerin ifşâ olmalarına imkân tanımaksızın birer ikişer kontrollü biçimde mücadelede öne sürüldü. ‘Açıklanabilir oyunlar’ ve ‘inkârı mümkün kumpaslar’ akîm kalınca hareketin envanterinde kayıtlı olmayan çıplak şiddet denendi. Bu, hiç de öyle ‘şefkat tokadı’ türünden bir şey değil, ağır bir darbe ve işgal girişimiydi. Romantizm-erotizm-pornografi üçlemesindeki orta aşama atlandı, doğrudan tedhişe başvuruldu. ‘Ilımlı İslam’ projesindeki ‘Müslümana duyulan nefret’ teşhir oldu. Hükümet de kamu kurumlarının mevzuatına göre değil, cemaatin çıkar ve hiyerarşisine göre işleyen bu yapıyı ‘paralel devlet yapılanması’ olarak niteledi ve illegal ilan etti.

Bize de mi takiye ve tedbir!

Takiye/tedbir yöntemlerinin Müslüman topluma karşı uygulanması zorlukla meşrulaştırılabilir. Türkiye örneğinde bir dönem seküler/laisist politikaların sert uygulandığı ortamda kendini koruma adına takiye/tedbire başvurmak anlaşılabilir. Gerçi bu yolu tercih etmek yerine direnme ve karşı koyma yolunu seçen İslamî ve gelenekçi gruplar olmuştur. Nihayetinde bu farklılık ‘grubun ya da cemaatin kendi içtihadı’ görülerek tolere edilmiştir. Ancak demokrasinin gelişmesiyle din ve dindarlar üzerindeki baskıların kalktığı bir aşamada, hala takiye ve tedbirin uygulanması ise ciddi şüpheler uyandırmıştır. Zira zorlukları aşmak ve kendini güvene almak kaygısıyla bir süreçte uygulanan ‘dönemsel bir uygulama’nın zamanla cemaatin temel yaşam tarzı haline gelmesi patolojiktir.

Cemaatin gnostik-batınî damardan beslendiği görülmektedir. Cemaat-örgüt liderinin periyotlarla Hz. Muhammed ile görüştüğünü ve atılacak her adımı öğrendiği inancı, Şiîliğe benzer bir disiplin ve karizma doğurmuştur. Lider-kitle arasında kurulan ilişkinin tüm romantizmi, irrasyonelliği ve yoğunluğu bu karizmadan kaynaklanmaktadır. Bu ilişki biçiminin cemaate özgü olmadığını tarikat yapılanmalarında hâkim olduğunu belirtmek gerekir. Cemaat-örgütte farklı olan şey gnostik yöntemin ısrarla Müslüman toplum ve coğrafyanın çıkarları aleyhine kullanılmış olmasıdır. Milliyetçi vurguları söyleminde eksik etmeyen bu yapı gnostik yöntemi ustaca kullanmış ve tutarsızlık için tevil bulmakta zorlanmamıştır. Nitekim tedbir gereği Ramazan ayında oruç tutmamak, içki içmek, açıktan namaz kılmamak, hareketin önünde engel teşkil edenlerin tasfiyesi için ‘zina isnad etmek’, ‘delil uydurmak’, ‘kumpas kurmak’, ‘tehdit’, ‘gözdağı’ vs. yöntemleri  ‘harb hiledir’ fetvasınca caiz sayılmıştır.

Hakikatin ağırlık merkezi

Dinî değerlerin aşırı ve çarpık kullanımı sorunu oluşan teo-politik zihniyetin zaman ve mekân ile olan ilişkisi sıradan insanların olağan zihninden farklıdır. Belirli bir teo-politik terbiye ve denetimde geçmemiş olağan zihnin işleyişi gerçekliğe daha açıktır, daha esnek, daha insaflı ve vicdanlıdır.

Homo-cemaaticus’un zihni farklı çalışır. En belirgin özelliği gerçekliği asla ‘görememek’tir. Kendi özel hakikatine kilitlenmiş bakışları başka şeyi göremez, hakikatinin dışındaki şeylerle ilgilenme gafletine düşmekten sakınır. Yönlendirilmiş ve sıkı tanımlanmış duyguları vardır ve özne olmadığı için vicdanını çoktan boğmuştur. O nedenle olağan insanların zorlanmaksızın ahlâksız bulacağı söz ve davranışları, homo-cemaaticus, görevi gereği istek ve coşkuyla yapar. Yaptığının doğru olduğundan o kadar emindir ki sorgulama düşüncesi bile onu rahatsız eder, aklına şüpheler geldiğinde kendisinden utanır ve nefsini kınar. Cemaat dünyasında nefis terbiye ve tezkiyesi, bireysel olarak kişinin kendi kötü arzu ve düşüncelerini temizlemesinden çok bağlı olduğu lider-cemaate sadakatinin huşû derecesine yükseltilmesi sürecidir.

Ülkemizdeki dinî cemaatlerde az ya da çok bir vatan ve coğrafya algısı vardır. FETÖ yapılanmasının Müslüman coğrafyaya ‘yamuk bakması’ndaki ısrarın teolojisi, liderlerinin ABD’ye ‘hicret’i ile birlikte netleşti. Orta Doğu, Filistin, Irak, Suriye vs. kocaman bir İslam coğrafyası bir anda ötekileşti. Mavi Marmara olayında İsrail sevgisi olarak tecelli eden tutum FETÖ’nün Müslüman halklara, sorunlarına ve İslam coğrafyasına ‘ihanet’ derecesinde aykırı baktığını kanıtlayan açık bir delil olmuştur.

Hakikatin ağırlık merkezinin ABD’ye taşınması sadece mekânsal bir mesele değildir; duygu, düşünce, arzu, nefret ve tüm paradigmanın yeniden yapılanması ve bir teolojik transformasyon sürecidir. Yurdundan kovulan peygamberler ve onların takipçileri özdeşleşmesi kullanılmıştır. Bu bağlamda FETÖ’nün söylemsel düzeyde kendisini Hz. Musa ve İsrailoğulları, rakiplerini (elbette merkezde AK Parti ve özelde Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı) Firavun’a, Nemrut’a ve Yezid’e benzetmesi kendi bağlıları ve yerel/küresel güçlere yönelik mesajlar içermekteydi.

Diğer özdeşleştirme ise mehdîliktir. Mehdilik Müslüman geleneğinin sorunudur. Müslüman kültüre farklı mitoloji ve inançlardan geçmiş ancak ‘İslamîleştirilmiştir’. Mahalle, ilçe, il, bölge, ordu, emniyet, yargı, üniversite imamları tarzında kurgulanan yapı en tepede ‘kâinat imamı’ ile nihaî anlamını bulmaktadır. Rüya, ilham vs. gibi gnostik-batınî yöntemleri kullanan kainat imamı, Türkiye’nin kendilerine verildiğini söylemiş ve bu inanç örgütün bağlılarına aşılanmıştır. Sadece bu kadar değil belki de tüm dünya egemenliği… ‘Kâinat imamı’ asıl hedefin şu an mücadele edilenden çok daha ötede olduğu mesajını yeterince vermektedir.

Teolojik fantezi çoktan kurulmuştur. FETÖ üyeleri, kendilerine vaad edilen zaferin ‘çoktan gerçekleştiği’ inancı/yanılsaması yaşamaktadır. Acelecilik, ısrar, öfke, duyarsızlık, çarpıtılmış iman, söndürülmüş vicdan, tek yönlü çalışan aşırı duygululuk bu yanılsamadan kaynaklanmaktadır. İmam abi ve abla, ‘kutsalın gerçekleşmesinin engellenmesi’ karşısındaki hışım, cezbe ve çılgınlık haliyle yaşar. O nedenle onunla rasyonel dünyevî ilişki kurmak zordur. Aşkı, nefreti, vicdanı, davranışı; kısacası bir insanı birey yapan her şeyin örgüt otoritesi ile tanımlanıp yönlendirildiği bir homo-cemaaticus aslında bizimle aynı dünyada yaşamaz.  Onun nezdinde mehdî ve onun hareketine direnen halklar ‘zındık’, yaşadıkları coğrafyalar ise ‘dâru’l-harb’tir. Çevresiyle olan ilişkisi arızîdir, stratejiktir, hesabîdir… Kendisiyle bir türlü hasbî, içten, güven veren bir ilişki kurulamaz. Homo-cemaaticus’un tüm patolojisi FETÖ/PDY’de en aşırı belirtileriyle açığa çıkmıştır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

İlgili Haberler

FETÖ, işletmelere devlet desteğini de hortumladı

Görüşler Haberleri