Türkiye için yeniden demokratikleşme sahiden mümkün mü?

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde akademik çalışmalarını sürdüren Edgar Şar “Muhalefet partileri sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin dışına çıkıp siyaset yapmalı” diyor.

Türkiye’de 2010’lara damgasını vuran ve halen devam eden otoriterleşme süreci iki temel üzerine oturuyor. Birincisi, temelde bir demokrasi için olmazsa olmaz nitelikteki kurumların içi boşaltılarak gerçekleştirilen rejim değişikliği. İkincisi ise, siyasi iktidar tarafından bu sürecin tamamında ve her alanda uygulanan kutuplaştırma politikalarıyla hali hazırda gerçekleşen rejim değişikliğine rıza üretilmesi.     

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye’de yeniden bir demokratikleşme sürecinin mümkün olabilmesi için en az iki önkoşulun varlığından söz edilebilir. Birincisi, iktidarın kutuplaştırma politikasının boşa çıkarılması, ikincisi demokratik kurumların kapsayıcı olarak yeniden inşası.   

İktidar bloğunun kutuplaştırma politikalarının boşa çıkarılması meselesi, son zamanlarda muhalefetin siyaset biçimi üzerinden epey tartışıldı. Örneğin CHP, Ayasofya’nın ibadete açılması vb. kararları iktidarın toplumdaki seküler-dindar fay hattını kendi lehine derinleştirmek amacıyla yaptığı hamleler olarak okuyup, yüksek sesle tepki vermemeyi tercih etti. 

Ancak iktidarın kutuplaştırma politikalarının boşa çıkarılması da bundan çok daha aktif bir siyaseti gerektiriyor. Öyle ki iktidar, kutuplaştırıcı söylem ve uygulamalarıyla kendi bloğu dışında kalan tüm siyasi ve toplumsal kesimleri kendi millet tanımının dışında bırakarak kriminalize ediyor. Bu şekilde bir ulusal güvenlik sorunu olarak hedef gösterilen muhalefet de iktidarın çizdiği sınırların dışında siyaset yapamaz hale geliyor. 

Demokratikleşme için ikinci önkoşul olan demokratik kurumların kapsayıcı bir şekilde yeniden inşası ise, her ne kadar çok daha sonraki bir aşama olsa da kutuplaştırıcı siyasete alternatif bir siyasetin örülmesiyle doğrudan ilişkili. Yakın tarihimize bakarsak bunun birçok örneğiyle karşılaşabiliriz. Örneğin, 1961 Anayasası’nın kapsayıcı bir şekilde yapılmamış olması, cumhuriyet tarihinin en demokratik anayasal metni olmasına rağmen bu anayasanın bir toplumsal sözleşme olmasını engellemiş ve nihayetinde yeni otoriterleşme dalgalarının önüne geçememiştir. Bu sebeple, Türkiye’ye demokratikleşme vadeden aktörlerin, kendi siyasi maharetlerinin ötesinde yeni bir sözleşme oluşturmak için toplumun değişik kesimlerini bir araya getirebilme becerisine de sahip olmaları gerekiyor. 

***

Şimdiye kadar üzerinde durduğum bu dar çerçeveden bakıldığında dahi, Türkiye’de demokratikleşmenin yeniden mümkün olabilmesi, bu iradeye sahip siyasi aktörlerin bugünden başlayarak bu koşulları mümkün kılacak bir siyaseti örmesine bağlı. Bu da anlaşılır sebeplerle ancak geniş tabanlı bir ittifakla mümkün olabilir. Çünkü ancak toplumun mevcut kimliksel çeşitliliğini kendi içinde barındıran böyle bir oluşum, kimliksel kutuplaşmayı hafifletip demokratik anlamda kapsayıcı adımlar atabilir. Buradaki asıl soru bu oydaşmanın (konsensüs)  asgari müştereklerinin neleri kapsayacağıdır.    

Bugün Türkiye muhalefeti de siyasi olarak kendi içinde büyük bir çeşitlilik barındırıyor ve Türkiye’nin geleceğine ilişkin çok önemli birçok konuda fikir ayrılıklarının olduğu da sır değil. Fakat buna rağmen muhalefet içinde yer alan hemen tüm aktörler, hukuk devletinin inşası, rasyonelleştirilmiş bir parlamenter sistem, tarafsız Cumhurbaşkanı, kamu görevlerinde liyakat gibi rejimin otoriter niteliğini ortadan kaldıracak birtakım hususlarda oydaşmaya varmış gibi gözüküyor. Bu oydaşmanın temeli, Türkiye’de asgari demokratik koşulların sürdürülebilir olarak sağlanması ve otoriterlik sarmalına tekrar girilmemesi olacak ise muhalefet partileri iktidarın çizdiği çerçevenin dışında siyaset yapmak durumunda. Türkiye’de yeniden demokratikleşmenin mümkün olması için sadece birilerinin değil, herkesin bu cesareti göstermesi gerekiyor.   

Peki iktidarın çizdiği çerçeveden ne anlamalıyız? Burada ilk akla gelen şey iktidarın “yerli ve milli” söylemine uygun olarak belirlediği “makbul” siyaset çerçevesi. Aslında “siyasetsizlik” olarak adlandırabileceğimiz bu çerçeveye göre muhalefet partileri, muhalefetlerini sadece iktidarın kutuplaştırma politikaları sonucunda sıkıştıkları kimliksel cephelerden yapmalı, iktidarın tanımına göre “milli” menfaatler söz konusu olduğunda hiçbir sorgulama yapmadan iktidarın yanında yer almalı ve bu çerçevenin dışına adım attığı anda karşısında devasa propaganda makinesi, normal bir ülkede yurttaşların canlarını ve mallarını emanet ettiği “güvenlik” ve “hukuk” sistemi ve diğer tüm imkanlarıyla devleti bulacağını bilmeli. 

***  

İktidarın bu stratejisinden tamamen bihaber olmasa da, bugün itibariyle muhalefetin gerektiği kadar yetkin ve cesur bir şekilde bu çerçevenin dışına çıkıp siyaset yapamadığını görüyoruz. Bu durum en çok İYİ Parti ve kısmen CHP’nin, iktidarın milliyetçi duyguları harekete geçirmeyi amaçladığı hamlelerine karşı verdiği tepkilerde kendini gösteriyor. Buna yakın zamanda Kuzey Suriye’ye düzenlenen askeri operasyonlar, Doğu Akdeniz’deki gerginlik ve HDP’lilere yönelik operasyonda tanıklık ettik. Özellikle İYİ Parti’den tamamen siyasi nitelikteki bu operasyona karşı hiçbir itirazın yükselmemiş olması muhalefetin buluşması beklenen asgari müştereklerin içeriğini sorgulamak gereğini ortaya çıkarıyor.     

Söz gelimi, Kürt meselesinin çözümü geniş tabanlı muhalefet ittifakının asgari müştereklerinin arasında mıdır? İYİ Parti haricinde diğer tüm partiler “Kürt meselesi”nin varlığını bu kavramı kullanarak kabul etseler de, bu meselesin tanımı, içeriği, çözüm önerileri ve çözüm için izlenecek yol haritası konusunda fikir ayrılıklarının ortaya çıkması herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Ancak, eğer Türkiye’yi demokratikleştirmeyi amaçlayan bir ittifaktan bahsediyorsak; eşit yurttaşlık, hukuk devleti ve seçim sonuçlarının kabulü gibi ilkeler mutlak surette bu ittifakın asgari müştereklerinin ayrılmaz birer parçası olmalıdır. 

Aslında mesele Kürtlerin eşit yurttaşlık hakları söz konusu olduğunda muhalefet partilerinin ilkesel olarak değerlendirilebilecek bir söylem birliği içinde olduğu söylenebilir. Fakat hak ihlalinin mağduru HDP olduğunda, aynı partilerin çok daha mütereddit davrandığı da açık. Muhalefet partileri Kürtler ile HDP’yi birbirinden ayrı görmek ya da HDP’yi PKK üzerinden okumak yerine, Türkiye’nin en büyük üçüncü partisini, temsil ettiği seçmen ve onun talepleri üzerinden okumaya çalışmalı ve herhangi bir yurttaşın hakkı hukuku ihlal edildiğinde geliştirdikleri ilkesel ortak duruşu mağdur HDP olduğunda ondan esirgememelidir.
  
***

Elbette ki tüm bunlar muhalefet partilerinin HDP’yi her koşulda destekleyeceği ya da hiç eleştiremeyeceği anlamına gelmiyor. Burada asıl kıstas, Türkiye’ye demokrasi vadeden siyasi aktörlerin tüm yurttaşlarla birlikte Kürtlerin de hak ve hukukunu savunması ve onların da temel hak ve özgürlükler bağlamında eşit yurttaş olması ilkesine sahip çıkmasıdır. Bu sağlandıktan sonra başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’nin çözüm bekleyen tüm meseleleri için muhalefet partileri kendi özgün perspektiflerini ortaya koyabilir, HDP’yi eleştirebilir ve HDP’ye destek veren Kürt yurttaşlara onları nasıl daha iyi temsil edeceklerini anlatabilir. 

Türkiye’de yeniden bir demokratikleşme tahayyülünün gerçekleştirilebilmesi için HDP’nin de oynaması gereken önemli bir rol var. Elbette ki muhalefetin iktidarın çizdiği çerçevenin dışında siyaset yapma ihtiyaç ve sorumluluğu HDP için de geçerli. Tıpkı diğer muhalefet partileri gibi HDP de, iktidarın onu sıkıştırmak istediği kimliği reddedip ısrarla ters istikamette siyaset yapmaya devam edebilirse Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok önemli bir rol oynamış olur.      

Sonuç olarak tüm muhalefet partileri kendi kimliklerini reddetmeksizin sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin dışına çıkıp siyaset yapmak ve kendi tabanlarının dışında kalan ve iktidarın “gayri milli” olarak ilan ettiği toplumsal kesimlere hitap etmek için adımlar atmalı. Bu adımlar iktidar bloğunun Türkiye’yi içine hapsettiği otoriter rejimi konsolide etmek için kullandığı en büyük kozu olan muhalefet partilerini kimliksel kutuplaşma üzerinden birbirlerine karşı kullanma silahını elinden alacağı gibi Türkiye’de demokratikleşme hayallerinin yeniden kurulması için de bir kapı aralayabilir.  

EDGAR ŞAR KİMDİR? 

2013 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü dereceyle bitirip, lisans derecesini aldı. Aynı yıl Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde başladığı yüksek lisans öğrenimini, “Laiklik ve Demokrasi İlişkisi: 2000’lerde Türkiye Örneği” başlıklı teziyle tamamlayan Edgar Şar, aynı bölümde doktora öğrenimine devam ediyor. Güncel araştırmalarında otoriterleşme süreçleri, popülizm ve demokratik kurumların bu süreçlerdeki rolü üzerine yoğunlaşıyor. Medyascope. tv’ye içerik ve yorum desteği sunan Edgar Şar, İstanbul merkezli düşünce kuruluşu İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IstanPol) kurucularından.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

İlgili Haberler

Ötekiyle diyalog geliştirir
Yeni anayasa ihtiyacı
Pergamon kütüphânesi

Görüşler Haberleri