Hekimbaşı’nın karanfilleri

Beşir Ayvazoğlu

Bundan tam otuz dokuz yıl önce Çengelköyü’nde oturuyordum; 15 Kasım sabahı uyanıp pencereden baktığımda gökyüzünün yarısının siyaha boyandığını görüp dehşetle irkilmiştim. Kıyamet mi kopuyordu, savaş mı çıkmıştı, saldırıya mı uğramıştık? Yeni evliydim, henüz ne telefonumuz, ne televizyonumuz vardı. Henüz bir radyo bile edinememiştik. Hadisenin mahiyetini nasıl öğrendiğimi ve o gün, çalışmakta olduğum gazetenin Sultanahmet’teki merkezine nasıl gittiğimi hatırlamıyorum.

Meğerse Independenta isimli dev bir Rumen tankeri, Libya’dan yüklediği 96 bin ton ham petrolü Köstence Limanı’na götürmek üzere Boğaz’dan geçerken karşı yönden gelen bir Yunan kosteriyle saat 05.30’da çarpışıp alev almış ve petrolün aktığı Boğaz suları da yanmaya başlamış. Aşağı yukarı bir ay süren yangını söndürmede gösterilen aciz, o yıllarda Türkiye’nin ne durumda olduğunu gösterir.

Independenta’dan denize akan ham petrolün ne kadar zamanda bütünüyle temizlendiğini de hatırlamıyorum; hatırladığım, Harem açıklarında devasa bir tanker leşinin 1980’lerin sonlarına kadar Boğaz’ı kirletmeye devam ettiğidir.

***

Bir yıl kadar sonra bir Yunan şilebi de Kanlıca’da, Kadri Paşa Yalısı’na toslayarak büyük zarar yol açmıştı. “Aaa, yine mi?” diye hayret çığlıkları yükseldiği için çok iyi hatırlıyorum. Bereket versin, bu kazada şilep petrol değil, gübre yüklüydü. Orhan Erdenen’in İBB tarafından yayımlanan Boğaziçi Sahilhaneleri isimli kitabına baktım; aynı yalı 1930 yılında da bir geminin çarpması neticesinde ciddi bir tahribata uğramış. Doğrusu, bugüne kadar İstanbul Boğazı’nda kaç tanker kazasının yaşandığı ve kaç tarihî yalının bu kazalara kurban gittiği ayrıca araştırılması gereken konudur.

On gün kadar önce Vitaspirit isimli Malta bandıralı dev geminin tarihi Hekimbaşı Yalısı’na çarpması, ne kadar tedbir alınırsa alınsın, bu kazaların devam edeceğini, sadece Boğaz yalılarının değil, bütün İstanbul’un büyük bir tehlike altında olduğunu gösteriyor. Kanal İstanbul projesini bunun için önemli buluyorum. Bu projeyi hazırlayanların çevre açısından ne gibi problemlerle karşılaşılabileceğini inceden inceye araştırıp riskleri en aza indirmek için gerekli tedbirleri aldıklarından şüphe etmiyorum.

***

Tophane’de, 1816 yılında doğan Hekimbaşı Salih Efendi, Sultan II. Mahmud devrinde açılan Mekteb-i Tıbbiye’nin ilk mezunlarındandır. Sultan Abdülmecid döneminde Saray’da Hekimbaşılık, Mekteb-i Tıbbiye botanik hocalığı ve Valide Kethüdalığı gibi önemli görevlerde bulunmuş. Üstadın Anadolu Hisarı’ndaki yalısının geniş bahçesinde nadide çiçekler ve meyveler yetiştirdiğini merhum Cevad Rüşdü ve A. Süheyl Ünver’in araştırmalarından biliyoruz.

Salih Efendi, gül ve karanfil meraklısıymış. “Hekimbaşı Gülü” ismiyle bilinen gülün meşhur olduğu, karanfil merakının ise hastalık derecesine vardığı söylenir. Cevad Rüşdü Bey, Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası’nda yayımlanan bir yazısında, Salih Bey’in yandan çarklı Boğaz vapurlarıyla karşıya gidip gelirken etrafına toplanan eşi dostuyla koyu çiçek sohbetlerine daldığını anlatır. Salih Efendi, başlı başına bir estetik olarak gördüğü karanfili eline alır almaz burunlarına götürenlerin, karanfilin ne olduğunu bilmeyen görgüsüz kişiler olduğunu söylermiş. Öyleyse ne yapılmalıymış? “Karanfili alıp önce şöyle bir bakacaksın, sonra şahadet ve orta parmaklarının arasıyla karanfilin kadeh kısmını ölçeceksin ve burnuna keyifle götüreceksin!”

Salih Efendi, karanfil üstadlarının hiç makbul saymadığı büyücek karanfilleri kendisine gösterenlere, “Oğlum, biz bunlara pazar pehlivanı tabir ederiz,” dermiş. Cevad Rüşdü Bey, bu cins adamın her çarşamba günü odasının bir köşesini nadide karanfillerle süslediğini, eşsiz renklerini seyrederek ve kokularını doyasıya içine çekerek ömrünün en lezzetli saatlerini yaşadığını anlatır. Bir ara Zaptiye Nazırı olarak da görev yapan Salih Efendi’nin huzuruna bir gün, bir karanfil satıcısını yaka paça getirirler. Suçu, yetiştirdiği karanfilleri narhın üzerinde fiyatlarla satmaktır. Salih Bey, adama dört mecidiye belediye cezası verir ve der ki: “Sana bu cezayı şunun için verdim: İnsan bunca emek vererek yetiştirdiği karanfili hiç bir mecidiyeye satar mı?”

Süheyl Ünver de Muallim Cevdet kitapları arasındaki bir yazma mecmuadan Hekimbaşı Salih Efendi’nin yetiştirdiği meyveleri tespit etmişti. Bıldırcın armudu, tereyağı armudu, şeker gevrek armudu, sarı büyük kış armudu, misk armudu, sibir elması, vişne eriği, ayva, şeftali ve üzüm çeşitleri…

Salih Efendi, küçük bir yalı olarak satın alıp imkân buldukça ilavelerle genişlettiği yalısında ve bir botanik laboratuvarına çevirdiği bahçesinde uzun sayılabilecek bir ömür sürmüş ve 1895 yılında hayata veda ederek Eyüp Sultan’da toprağa verilmiş. Malta bandıralı geminin harabeyle çevirdiği yalısı, Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Boğaziçi Medeniyeti” dediği üslûbun ve yaşama tarzının günümüze ulaşmayı başarmış mekânlarından biriydi. Umarım vakit geçirilmeden restore edilir ve Boğaz’ı tezyin etmeye devam eder.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.