Türkler ve Kürtler neyin bedelini ödüyor?

Gürbüz Özaltınlı

Kürt şehirlerinde korkunç bir savaş yaşandı. Bir yıl gibi bir sürede kentler yıkıldı; 350.000 insan göç etti; 7-8 bin kişi hayatını kaybetti; günlük hayat çöktü.

Kasabalar cenazelerle ağlarken “Türk-Kürt ittifakı” üzerine kurulan cümlelerin öfkeli kulaklara nasıl geleceğini bilmeyecek kadar acemi değilim.

Şimdi “zafer”den söz etmenin zamanı.

Fakat bugünler geçecektir. Hayat kaskatı gerçeği önümüze koyacaktır.

Böyle giderse, korkarım o gerçeği hiçbirimiz sevmeyeceğiz.

Tarihin toplumsal-siyasi aktörlerin iradesinden bağımsız kendi mistik bir akışı; ya da bu akışı belirleyen bilimsel yasaları olduğunu düşünenlerden değilim. Fakat geleceğin, hiçbir biçimde öngörülemez olduğunu; geçmişten günümüze gelen dinamiklerin nereye doğru seyredebileceğinin tahmin edilemeyeceğini de söyleyemeyiz.

Bu kadar sözü şunun için söylüyorum: Ortadoğu’da yeni düzen inşa edilirken Kürtler eski konumlarında olmayacaklar. Yaklaşık otuz milyon nüfusu ve dört ülkeye yayılmış varlıklarıyla etkinliklerini arttıracaklar ve arttırıyorlar. Türkiye olarak en çok da bizim içinden tanıdığımız bir kimlik uyanışı yaşanıyor. PKK’nın şiddet dolu, ahlak dışı politikalarıyla canımızı yakan; öfke ve acı yaratan sürecin öteki yüzü bu. Kürtler aktör oluyor.

***

Birçok ayrıntının içine gömülüp fikir dünyamızı dağıtmazsak, böyle süreçlerin esas itibarıyla iki sonuçtan birisine doğru yol alacağını görebiliriz. Ya iki halk arasında çok uzun yıllara yayılan savaş ve düşmanlık; ya da gerilimleri, çelişkileri de içinde taşıyan yakınlık ve dostluk…

Savaş çok anlaşılır nedenlerle önce aklı öldürür. Hepimizi sert duygularla kuşatır.

Barış Süreci’nin sona ermesi üzerine yaşanan benzersiz travma bakış açılarını çok keskinleştirdi. Benim de paylaştığım prizmadan bakanlar, PKK yönetiminin bağışlanamaz bir yön tutturduğunu; büyük seçim başarısını, devletleşme ve şiddet fetişizmiyle kana buladığını; halklar arası kader ortaklığı duygusuna ağır hasar verdiğini düşünüyor. Azınlıkta kalan belli çevreler ise savaşın sorumluluğunu ısrarla Erdoğan’ın politik tercihlerine bağlıyorlar. Ortada olağanüstü bir yıkım varsa böyle bir tartışmanın olması da kaçınılmaz. Fakat bu dilin giderek anlamsızlaştığını da görmek gerekir.

Çünkü “savaşın sorumluluğuna odaklanmış” bir tartışmada, bütün sözler “haksızlığı aşikar” karşı tarafın tasfiye ve hatta imhasını önermek etrafında kuruluyor. Tek taraflı kazanma hayallerinin, gerçekliği örttüğü bir öfke dili bu.

Oysa “büyük akıntıya” bir an durup sükunetle bakabilmeyi başarsak böyle bir “tek yanlı” zafer ütopyasının aslında bitmeyecek bir acıyı davet ettiğini görebiliriz. Türkler, Kürtlerin uluslaşma taleplerini varoluşsal bir tehdit olarak gördükçe ve Kürtler de “ya hep ya hiç mantığıyla” sonu gelmez bir şiddet üzerinden Türklere bunu kabul ettireceklerini düşündükçe; hepimiz kuşaklar boyu düşmanlık ve karşılıklı yıkım yaşayacağız. Bu coğrafya rahat huzur yüzü görmeyecek.

***

Türkiye “millet-i hakime” fikrinden vaz geçemiyor. Kürtlerin bütün bir bölgede yükselen uluslaşma sürecine uygun esnekliklere, iktidar paylaşımlarına kapıyı ne pahasına olursa olsun kapalı tutmak istiyor. Kürt uluslaşmasını taşıma iddiasında olanlar ise zamana ve siyasete güvenmiyor. Bir an evvel Ortadoğu’da söz geçirebilecekleri bir coğrafya yaratmak için ağır trajik maceraları göze alabiliyor.

Tarih, halklar için “iyi olan”ın siyaset yapıcılar için “zor” olabildiğini gösteren paradoksal örneklerle doludur.

Savaşın bedelini her zaman halkların ödediğinden herhalde hiçbirimizin kuşkusu olamaz.

Oysa barış, bazen siyasetçilerin bedel ödemesine yol açabilir. Türkler için de, Kürtler için de geçerli bu…

Neden savaşıyoruz sorusunun cevabı belki de burada gizlidir.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (8)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.