Aydınlara ihtiyacımız var mı

İbrahim Kiras

CUMARTESİ YAZILARI

Aydının toplumsal görevleri veya sorumlulukları konusu modern bir problem. Çünkü aydın yeni bir zümre.

Klasik dünyada alimler, arifler, edipler, yani okumuş kesimler vardı ama aydın yoktu. Mehmet Emin Yurdakul’un dizelerini okul kitaplarından hatırlarsınız: Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et/ Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet/ Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”

“Bırak Beni Haykırayım” manzumesi edebî değeri olmasa da aydının toplumsal rolüyle ilgili yeni bir anlayışın habercisi olarak önemli bir metin. “Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyen Namık Kemal’in açtığı yolda çok kısa sürede ulaşılan bir bilinç aşamasının ifadesi.

Toplumun sorunlarıyla ilgilenmek, ilgilenmekle kalmayıp çözüm aramak, dahası bunların çözümü için bizzat mücadele etmek ve bunun için kişisel fedakarlıklardan kaçınmamak klasik çağ şairlerinin veya alimlerinin görevi sayılmazdı. Eğitimli zümrelerin mensupları aydınlanmış kişilerdi ama aydın değillerdi.

Kendi sınıflarının, kendi sosyal gruplarının çıkarlarını savunmak için ayağa kalktıkları olurdu ama toplumun diğer kesimleri adına herhangi bir mücadeleye girişmeleri beklenmezdi.

Aydın dediğimiz kişiler Batı dünyasında esas olarak 18. yüzyılda ortaya çıkmış olan yeni bir insan türüdür. İçinde yaşadıkları toplumun “kaderini değiştirme” yolunda misyon üstlenmiş, bunu görev edinmiş, bunun için çaba göstermekten geri durmayan, yeri geldiğinde bu uğurda bedel ödemeye hazır bir zümre.

Özellikle gazetenin ortaya çıkıp yaygınlaşması toplum seçkinlerinin geniş kesimlere seslenebilen etkili birer kürsü edinmesine ve bugünkü manada sivil kamuoyunun oluşmasına yol açmıştı. Amerikan ve Fransız devrimlerinin mimarları bu yolla toplumu yönlendiriyordu. Aynı gelişme Türkiye’de ise hemen sonraki yüzyılda görülecektir. Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e gelinceye kadar ortaya çıkmış olan yeni bir toplumsal zümre Namık Kemal ve arkadaşlarının gazetelerde sürdürdükleri mücadelenin eseridir.

İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde “vatanı kurtarma, devleti ayakta tutma” ülküsü etrafında birleşen ve bu uğurda ellerini de kellelerini de taşın altına koyan aydın zümre bilahare sosyalizm, milliyetçilik, İslamcılık gibi farklı yollara dağılsalar da “Ey vatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz” diyecek bir özgüven ve adanmışlık içindeydiler.

Bugün yok artık bu duygu. Türkiye’nin seçkinleri yok bugün, aydınları yok. Şu ya da bu grubun mensupları var. Kendilerine ait fikirleri olan, kendi başlarına bir misyona talip olan aydınlanmış çocukları yok bu ülkenin. Olanların da gücü yok. Çünkü hem sayıları iyice sınırlı hem de toplumsal yapıda artık yer yok böyle bir zümreye.

Çünkü, “aydını olmayan toplum” oluşumuzla bu ülkede sivil toplum ünitesinin eksikliği aynı problemin tezahürleri. Her ikisinin de eksikliğinin başlıca kaynağı bir yandan tarihî miras olarak devraldığımız sosyolojik realiteye bağlı yönetim ve siyaset kültürü, bir yandan da yakın dönemde yaşanan hızlı sanayileşme ve çarpık şehirleşme yüzünden toplumsal yapının maruz kaldığı sağlıksız transformasyon.

En başta toplumun milletleşmesini gerektiren “modernleşme” döneminde tam aksine toplumdaki “kompartımanlaşma”nın giderek büyümesi ve bugünkü haline ulaşması.

Bugün toplum yapımız altta çok geniş bir aile alanıyla üstte çok geniş bir devlet alanından ibaret neredeyse. Aile alanı derken biyolojik akrabamızla ilişkilerimizden ziyade kültürel çevre aidiyetini kastediyorum. İdeolojik angajmanların, siyasi parti taraftarlığının, hayat tarzı hassasiyetlerinin veya hemşerilik, aşiret, cemaat vb. mensubiyetlerinin oluşturduğu “küçük grup” aidiyetleri, milli kimlik ve vatandaşlık bilinci demek olan “büyük grup” aidiyetinin önünde yer alıyor.

Dolayısıyla bugün devlet ile aile (daha doğrusu aşiret veya cemaat gibi “geniş aile”ler) arasında bu iki alandan bağımsız bir sivil toplumun varlığından söz etmenin güçlüğüyle birlikte kamuoyu oluşturma kabiliyetine sahip bir seçkinler zümresi de yok Türkiye’de. Organik aydınlar var, bağımsız aydınlar yok.

‘ENTELEKTÜELLER VE APTALLAR’

"Aydını olmayan toplum” problemine kafa yoran Malezyalı düşünür Seyid Hüseyin Alatas da yakınlarda Türkçeye çevrilen eserinde “Gelişmekte olan ülkelerde entelektüelin toplumsal rolünü” tartışıyor. Ama esas itibarıyla kendi ülkesindeki vaziyetten yola çıkarak bunu yapıyor. Mamafih kitabı okuduğunuzda görüyorsunuz ki bahis mevzusu ülkelerdeki durum birçok bakımdan birbirine çok benziyor. (“Entelektüeller ve Aptallar”, çev. Kadir Yılmaz, Babil)

Alatas bir ülkenin kaderini iki tür sosyal zümrenin belirleyebileceğini savunuyor: Ya entelektüeller ya da aptallar. Anlaşıldığına göre kendi ülkesinde ikinci zümrenin borusunun öttüğünü düşünüyor. Aptal dediği aslında “aydınların rehberliğine ihtiyaç duymayan” geniş kitleler. Aptallık “kendiliğinden” içine düşülen bir zihin durumu yazara göre. Gonçarov’un meşhur roman karakterinden dünya ahvali umurunda olmayan bir kesimi anlatmak için türetilmiş “Oblomovculuk” terimine referansla kendi ülkesindeki geniş kitlelerin zihinsel uyuşukluğunu “bebalisma” diye adlandırıyor. Bu terimi ise şöyle tarif ediyor: “Düşünmeyen, mantıktan etkilenmeyen, en ufak bir estetik değer taşımayan, kayıtsız, saf, sevk etmeyen, yalnızca parçalara odaklanan, yönsüz, pasif, yaratıcı olmayan ve bilinçli olarak açıklanmış herhangi bir hedefi bulunmayan bir zihin durumu.”

Modern çağda “aydını olmayan veya toplum seçkinlerinin ortaya çıkmadığı” bir ülkeyi pek iyi günlerin beklemediği uyarısında bulunan kitaptaki ilginç bölümlerden biri aptalların ekonomik performansı. Malezya Sayıştay’ının raporlarına referans veren yazar ülke ekonomisine milyonlarca dolara mal olan usulsüz harcama, verimsiz yatırım, kötü planlama örneklerini sıralıyor ve ortaya çıkan kayıpları “aptalların eseri” olarak gösteriyor. Bize kalsa bahsedilen işlere “aptallık” demeyiz gerçi ama yazar ya nezaketinden ya da ironi severliğinden öyle diyor.

“Aptalların işe karışması yüzünden” zarara yol açan “yatırım”lara örnek verirken “Kuala Lumpur’daki havaalanının inşası ülkeye 50 milyon dolara mal oldu” diyor yazar, “eski havaalanının iyileştirilmesi ihtiyacı karşılamaya yetecekken bu kadar yatırım yapılması verimli bir karar değildi.”

Bu türden çok fazla örnek olaya değiniliyor kitapta ve şu hüküm veriliyor: “Aptallar etkin bir yönetim istediklerini söylerler ama her zaman en kötüsünü seçerler. Aptallar yolsuzluğu ortadan kaldırmak istediklerini söylerler ama yolsuzluk daha da büyür. Aptallar yoksulluğu ortadan kaldırmak istediklerini söylerler ama yoksulluk çok daha geniş kitlelere yayılır. Hele de aptallar ülke planlamasının sinir merkezine nüfuz etmişlerse artık geriye aptalların devrimine şahitlik etmekten başka bir şey kalmaz... Aptalların devrimi illaki bir iktidarı devirmez ama yönetimin ve toplumsal yaşamın diğer alanlarının kurucu normlarının üstünlüğünü alaşağı eder.”

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (65)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.