İstişareden uzaklaşmanın derin krizi

Mehmet Ocaktan

Erken dönem Müslümanlarının oluşturduğu yönetim sisteminin en somut haliyle Medine toplumunda şekillendiğini biliyoruz. Henüz bir site devleti niteliği taşıyan Medine örneğinde farklı kesimler toplumsal bir mutabakat çerçevesi içinde, yani “Medine Sözleşmesi” ile birlikte özgürce yaşama garantisine sahiptiler. Bu sözleşmeyle Medine bir bakıma ‘dokunulmazlık’ bölgesi ilan edilmiş ve bu şehirde yaşayanların can ve mal güvenliği temin edilmiştir.

Medine toplumuna bugünkü dünya perspektifinden baktığımızda, bu yapının bir iktidar ve güç merkezi değil, ‘Şura’yı, liyakati, hak ve adaleti esas alan bir site devleti modeli olduğunu görürüz.

Şura Suresinin 38. Ayetinde vazedilen “Şura” ilkesi, insanların gündelik işlerinden yönetime kadar hayatın her alanını kapsayan bir şümule sahiptir. “Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. İşlerini birbirlerine danışarak yaparlar. Kendilerine verdiğimiz maldan mülkten de hayırlı işlerde harcarlar. (Şura/38)

Bu ayette Şura’nın namazla birlikte anılması, istişarenin ne derece önemli olduğunun da bir göstergesidir. Ayrıca Hz. Peygamber zaman zaman geniş, zaman zaman da dar kapsamlı istişareler yapmıştır.

***

Prof. Ahmet Akbulut “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası” adlı kitabında Şura konusunu değerlendirirken Allah’ın, elçisine “...İşler hakkında onlara danış” emrini verdiğini belirterek bu ayeti Hamdi Yazır ve Zemahşeri’nin görüşlerine dayanarak şöyle yorumluyor: “Yazır, söz konusu ayeti: ‘ve emirde onlarla müşavere et.’ (Al-i İmran, 159) Yani vahiy varid olmayıp re’yu içtihada mütevakkıf (gerçekleşmesi bir şeye bağlı) bulunan harp gibi umur-ı ammeye (kamu işleri) müteallik işlerde onların re’yini al ki emir, emr-i bil ma’ruf olsun şeklinde açıklamaktadır. Zemahşeri de Allah’ın, elçisine böyle bir emir vermesinin sebebini ‘elçinin bu konuda İslam ümmetine kural koymasını istemesindendir’ tarzında açıklamaktadır. Hamdi Yazır, Kur’an’ın bu ayetine dayanarak, istişarenin ümmet için zorunlu olduğu sonucuna varmıştır.”

Pek çok İslam alimi, istişare mekanizmasının yeterince işlemediği sistemlerde istibdat yönetiminin kaçınılmaz olduğunun altını çizmektedirler.

Nitekim, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer döneminde bir şekilde işleyen Şura mekanizması, sonraki dönemlerde giderek önemini kaybetmiş ve özellikle uygulamada etkinliği azalmıştır. Bunun sonucu olarak da İslam toplumlarında yönetim biçimi saltanata ve krallığa dönüşmüştür.

Maalesef Müslüman dünyada egemenliğin zamanla iktidara devredilmesiyle birlikte, toplum ikincilleştirilmiş ve kitleler itaat mantığı içerisinde otoriteye tabi hale getirilmiştir. Erken dönem İslam toplumunda, daha doğrusu sahabenin bizzat Hz. Peygamber tarafından eğitildiği dönemde sorunlar dar çerçevede çözüme kavuşturulduğu için “Şura” prensibinin kurumsallaştırılmasına ihtiyaç hissedilmemiştir. Sonra şehirlerin ve devletin hacminin büyümesiyle birlikte kurumsal yapılar da birer zaruret haline gelmiştir.

Ancak zamanla ilk dönemin samimiyeti azaldıkça, ‘Hakikat’in ışığı ortadan çekildikçe, hakikati gözeten şefkate, merhamete ve adalete olan ihtiyaç daha da hissedilir hale gelmiştir. Ama ne var ki ‘egemenlik’ daha çok iktidarın eline geçtikçe toplumun denetleyici inisiyatifi kaybolmuş, “Şura” ve “adalet” gibi değerlerin kurumsallaşması imkansız hale gelmiştir.

***

Yüzyıllara dayanan tecrübelere rağmen, İslam dünyasında bugün bile hala aynı değerlerin kurumsallaştırılamamış olması gerçekten hüzün vericidir. Bugün Türkiye’de bile İslami bilimlere vakıf bilim insanları dahil, okumuş yazmış aydınlar, siyasetçiler şurayı-istişareyi dillerinden düşürmemektedirler. Ama bu değerlerin nasıl bir dünya tasavvuruna tekabül ettiğini, adalet ve şura kavramlarını günümüz dünyasının diliyle nasıl okumak gerektiği konusunda bir kanaatlerinin olup olmadığı şüphelidir.

Türkiye özelinde mevcut siyasal ve toplumsal hayattaki uygulamalara bakarak söylemek gerekirse, günümüzün dindar siyasetçilerinin, aydınlarının ve de ulemanın adalet ve şura gibi kavramlarla bir akrabalığı bulunmamaktadır. Elbette buna itiraz edenler olacaktır, ama ne yazık ki gerçekler dindar elitlerin bu kavramlar konusunda sınıfta kaldığını gösteriyor. Eğer bu ülkede hakka-hukuka, adalete riayet eden gerçek anlamda dindar elitler olsaydı, “Muhalefetin önünü kesmek için yalan söylemek caizdir” fetvalarına karşı söyleyecek sözleri olurdu.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (24)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.