Dünyanın çarkları

Mevlana İdris

Dünya dönerken Astana’da Rusya cenahından Suriye’ye ilişkin tuhaf istekler çıktı. Laiklikten tutunuz, seçimlerle belirlenecek liderin iktidarda kalacağı süreye kadar. Sanki ateşkes sağlanmış, her şey sütliman olmuş da iş bunlara kalmış. Fakat hep olduğu gibi işin bir de Cenevre boyutu var.

Trump da ticarî anlaşmaların iptalinden başlayıp Meksika sınırına duvar örmeye kadar bir dizi va’dini hayata geçirmeye başladı. Beyaz Saray’dan yapılan içeriği belirsiz“ güvenli bölge” çıkışı ise bazı diplomatik çevreleri yine ‘belirsiz’ kıpırdanmalara sevk etti.

Güç masalarında alınan kararlar, sokaktaki güçsüz milyonların hayatında neyi tetikleyecek pek bilemiyoruz. Ama yoksulların, güçsüzlerin, kimsesizlerin hayatında iyiye gidiş işaretlerini, sevinçleri göremediğimizi biliyoruz.

Ve biliyoruz kış, onlar için bizim hissettiğimiz kış değil.

Ve biliyoruz bizim şımarık konformist can sıkıntılarımızla onların can yakıcı hayatta kalma çabası aynı şey değil.

Ve biliyoruz bunları biliyor olmanın bir işe yaramadığını.

Bakmakla görmek, aramakla arıyor gibi yapmak, bilmekle eyleme geçmek birbirinden epey farklı şeyler. Bazan dünyaya meydan okuyacak gücü kendinde hisseden insanla, bir insan karşısında bütün gücünün tükendiğini, kolunu kaldıracak tâkatinin kalmadığını bilen insan aynı insan olsa bile, aynı kişilik midir?

Ve binbir türlü hâlini gördüğümüz dünyanın hep aynı dünya olması mümkün mü?

Her gün ellibin çeşit çark dönüyor dünyada.

Bunların kimi iyiliğe, kimi kötülüğe çalışıyor.

Büyük çarklar var, küçük çarklar var.

Çark insanlar var, çarkın bir dişlisi olan insanlar var.

Kimin için dönüyoruz ve değerli yahut değersiz olan bu mu?

Bir şeyin bir parçası olmadan kalmak mümkün ve anlamlı mı?

Taşların da dili vardır, efendim

İstanbul’a iki gün kar yağıyor, medyamız hemen işbaşında! Mikrofonu, kamerayı kapan sokağa fırlıyor: “Beyaz felâkettt, beyaz âfettt!”

Eh, biz sâde vatandaşlar da kamerayı görür görmez hemen eşlik ediyoruz bu koroya: “Donuyoruzzz, yolda kaldıkkk, mahvoldukkk !”

...

Yıl 1986... Bayezıt Meydanı’nın hemen yakınında, İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nin önünde Bizans’tan kalma, dört köşe, büyük bir taş... Taşın üzerinde otobüs bileti satan genç bir kadın. İki ayağı dizkapağının üstünden kesik.

Her gün geçtik önünden o kadının; otomobillerle, otobüslerle, yaya olarak... Yaz geldi, “kızgın güneş altında kimbilir o taş nasıl kavrulmuştur,” demedik. Kış geldi, “Tipide, boranda o taş kimbilir nasıl buz kesmiştir,” demedik. Kimimiz göz ucuyla bakıp geçtik o kadına. Kimimiz halimize şükrederek... Kimimiz hiç umursamadan...Kimimiz, ibret alınması gereken bir varlık imiş gibi bakıp geçtik.

O kadın bu bakışları farkediyordu. Onu yok sayarak, onun dünyasını, duygularını yok sayarak bakıp geçtik. Tamam, onurluydu, yardım kabul etmezdi, ama hiç değilse öyle bakıp geçmeseydik.

...

O günlerde Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı’nı kurduk. Vakıf üyesi ‘Papatyalar’ olarak, papatyaların eşleri olarak medyada rengarenk boy gösterdik. O kadının önünden geçtik görkemli, klimalı konvoylarla... Ramazan geldi... O kadının karşısındaki otellerde, lokantalarda iftarlar verdik. O kadın peynir ekmekle açtı orucunu...Tamam, onurluydu, yardım kabul etmezdi; ama hiç değilse böyle görkemli iftarlar vermeyebllirdik.

...

Bir yıl sonra... 17 Mart 1987... İstanbul’un tanık olduğu en şiddetli kış günlerinden biri... O gece tam 22 kişi donarak öldü megakentte. O gece Beyazıt Meydanı’na birkaç yüz metre ötede, Muratpaşa Camii’nin bitişiğindeki mezarlığın bir köşesinde genç bir kadın donarak öldü. Ayakları diz kapağının üstünden kesik genç bir kadın... Naylon bir barınakta, yanında birkaç koçan otobüs biletiyle... ”Donuyorum!” diyemedi. Belki de dedi. Duymadık, duyamadık. Tamam, yardım kabul etmeyecek kadar onurluydu ama bir şeyler yapabilirdik yine de. Yapmadık, yapmayı akıl etmedik, edemedik.

Aradan 30 yıl geçti... İstanbul’a kar yağıyor. Doğalgazlı konutlarımızdan, plazalardan, rezidanslardan sokağa fırlayıp bağırıyoruz yine: “Donuyoruzzz!º Beyaz felakettt, beyaz afettt!”

Bağıralım, çağıralım ama Beyazıt’taki Bizans’tan kalma o kocaman taşa da uzatalım mikrofonu, kamerayı arada bir.

Taşların da dili vardır, efendim.

YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.