Fani dünya...

Yıldız Ramazanoğlu

Virüs gündemimize almadığımız ne çok şeyi getirip yaşamın ortasına bıraktı.

Hep başkasına olacakmış gibi ötelediğimiz ölüm üzerine konuşan gençlerle karşılaştım geçenlerde. Korona yaz günlerinde de terk etmedi bizi ve birçok mesele üzerine düşündürmeye, öğretmenlik yapmaya devam ediyor. Ölünce mühlet bitiyor ve kendi küçük kıyametimiz kopmuş oluyor, bunu genç yaşta fark etmek hayatı daha bütüncül yaşamak için ne kıymetli bir bilinç.

Ölüm yaşamın en büyük sırrı. Mahiyeti akılla bilinemeyen bu gerçekliği, kimi ölümsüzlük çabalarına fazla bel bağlamadan sessizce kabullenmekten başka çare yok. Ölümden önce dirimi bilmek, ruhu konuşmak lazım belki de. İslam felsefesinde ruh, hayat, dirilik, canlılık, nefes, hareket, rüzgar, hava anlamlarına gelen bir kelime olarak kullanılıyor. Nefs kelimesi de ruhun yerine kullanılır ama fazladan öz varlığa, zâta ve esasa işaret eder. Nefs insan ruhuyla beraber, onun zihnini ve kötü benliğini de içeriyor.

Ölüm o kadar büyük bir bilinemezlik ki İslam filozofları felsefenin gayesini ‘ölüme hazırlık’ olarak tanımladılar. Hatta bir son değil bilakis yeni bir başlangıç daha güzel bir hayatın varoluşun imkanı, dünya esaretinin sona erişi olarak tarif ettiler. Ölümün sırrının yanı sıra bir de korkusu var. Bu korku sonsuzluk duygusuyla ikame ediliyor ve iyi insanlar için Kur’an’da ve birçok dinde cennet vaat edilmesi boşuna değil.

Zygmunt Bauman’a göre ölümün ne olduğunu hepimiz biliriz, bizden ne bildiğimizi kısaca açıklamamız daha doğrusu ölümü anladığımız gibi tanımlamamız isteninceye dek. Bu istendiği anda sorun çıkar. Ölümü tanımlamanın olanaksız olduğu eninde sonunda belli olur çünkü varlığın mutlak ötekisi olan ölüm, bütün varlıkları vareden o nihai boşluğu temsil ediyor.

Bauman’ın Ölümlülük Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejiler’nde dediği gibi ölüm etkin öznenin sona ermesi ve onunla birlikte bütün algının sonuysa, mutlak bir hiçlikse özne neden kendisini algıdan kurtaramıyor da algının hala var olmasını istiyor?

Nereden geliyor bu güçlü arzu? Ali Şeriati’nin çocukken takılıp hayatı boyunca peşinden sürüklendiği soru geliyor aklıma; bir mum sönünce ışığı nereye gider? Peki bir beden sönünce ışığı nereye gider diye de sormalı değil mi?

Kendi ölümümü zihnimde canlandıramam ve ancak başkalarının ölümünü gözlerim düşüncesi kısmen doğru, ama kendimizi gözlemek de büsbütün imkansız değil. Başkasının ölümüyle ölüm hakkında bir temsilci vasıtasıyla fikir ediniriz. Ölümün kaçınılmazlığı, bundan kaçışın olmadığı bir varoluş içinde oluşumuz zihnimizde kazılıdır ama yine de nesneler dünyasında başkasının ölümüyle idrak ettiğimiz ölüm bize hiçbir zaman yeterince yakın olmaz. Zincirlikuyu Mezarlığının cümle kapısında yazan ‘her nefis ölümü tadacaktır’ ayetinin kaldırılması istenmişti bir ara, ölümü hatırlatıp rahatsız ettiği gerekçesiyle. Avrupa’da ise tersine ölümü ötelendiği yerden getirip gündeme almak için Ölüm Kafeleri açılıyor ve burada korkmadan ölümün irkiltici yüzüne bakmaya çalışıyor insanlar. Tasavvuf erbabı ise ‘ölüm rabıtası’ yoluyla bu gerçeklikle iç içe yaşamayı dener. Gün batarken akşamın zeval vakti gözlerini kapatıp ölümünden definine, toprağın atılışından hazirûnun acelesine, yakınlarının tutumlarına kadar her şeyi ayrıntılarıyla hayal eder ve yaşamını hak ve adalet çerçevesinde, değeri kalıcı olana atfederek düzenlemeye çalışır. Gözlerini kapatınca hızlıca ölümü, yası, dünyadaki unutuluşu, daha sonra gelecek kavimleri milletleri, baki olanın ne olduğunu gören adam görmeyen gibi olmaz. Bauman’ın “Evet benim ölümüm yazıya geçirilemeyecek, söz edilemeden kalacak, onu bir kez yaşadığımda öyküyü anlatmak için buralarda olmayacağız” demesi doğru ama içimizdeki sonsuzluk duygusu, beş duyuyu aşan nice duyular da yabana atılamaz.

Ölüm korkusu bütün düşünürlerin temel konularından biri. Süregiden ve hep sürecekmiş hissiyle aklımızı çelen yaşamın birden bir bahaneyle sonlanmasını kabullenmek insan nefsine en ağır gelen dünya hali.

Aslında insanların bir kısmı ölümün bir son ve yok oluş olduğuna inanır, yoklukta elem ve ızdırap olmayacağından belki bu korku daha kolay atlatılabilir. Nefis(ruh) bedenle birlikte yok olup gidecekse dünyadaki nesnelerden, nesnel hayattan ayrılmanın acısı dışında bir travma olmayacağı varsayılıyor. Bu yapılan her şeyin insanın yanına kâr kalacağı sonucunu mu doğurur tartışmak lazım. Ebediyete olan inanç ise daha karmaşık görünüyor, hesap günü, bütün eylemlerin en ince ayrıntılarına kadar karşımıza çıkarılacağının bildirilmesi korkuyu besliyor. Öte yandan hesap gününün bu dünyadaki erdemli insanların sayısını çoğalttığına inanıyoruz, eğer iyi biri olduğunuzu düşünüyorsanız ki böyle düşünmek de insanın doğası, gelecek hayatın daha da iyi olacağı düşüncesi ölüm korkusunu hafifletir. İnsanın, içinde kendi ölümüne dair büyük sırrı taşıyarak yaşamayla baş etmesine yardım etmek, korkuları akıl yoluyla ortadan kaldırmak için filozoflar harekete geçmiştir. Kindî’ye göre ölüm doğamızın tamamlanmasından ibaret. Ölüm bizi gerçek vatanımıza götürecek bir gemi. Ölüm yoksa insan da yoktur, problem edilmesi gereken, olması gereken bir şeyin olmamasını istemek, asıl normal olmayan ölümsüzlük talebi.

Ölümler olmasın, salgınlar hastalıklar afetler için her türlü önlemi alalım elimizden geleni yapalım elbette. Fakat ölümlü, fani, vadesi olan varolma bilinci, insanı yeryüzüne zulmetmekten, ele geçirme duygusuyla üstünlük taslamaktan alıkoymada işe yarıyor. Gelip geçme duygusunu kaybetmemek iyidir.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.