Sancar’a ayaklanan Oğuzlar Anadolu’da

Hakan Erdem

Yazarları ve tarihçilerinden görülebildiği kadarıyla Osmanlı toplumunda, Oğuz geçmişini, destanlarını ve dolayısıyla kimliğini sahiplenmek şeklinde, Selçuklularda görmediğimiz bir tavır görüyoruz.

Osmanlılar, ilk kronik geleneklerini oluşturdukları 15.Yüzyılda, Orta Asya’daki Oğuz kabile konfederasyonundan beş- altı yüzyıllık bir süre ve büyük mesafeler ile ayrılmalarına rağmen, o konfederasyonun içinden çıkan ve kısmen de onun coğrafyasını yöneten Selçuklularda görülmeyen bir Oğuz bilincine sahipti. Cevap verebileceğimden emin değilim ama kestirmeden sorayım: Nasıl ve neden?

En kapsamlı kronik yazarlarından Âşıkpaşazâde, anlatımına başlarken, kendisinden çok önceki Ahmedî’nin yaptığı gibi Oğuz’u ve Gök Alp’ı anmış, Osmanoğulları’nın hikâyesini anlatmak için Gök Alp / Han kolundan Oğuzlara gitmek gerektiğini düşünmüştü:

“Devrümde olanı defter etdüm

Oğuz’dan olan Gök Alp’e gitdüm

Yazdum menâkıb-ı Âl-i Osman

Guzzât-ı kâmil ü han u sultan”

Doğru, aynen Ahmedî gibi o da Oğuz dünyası hakkında dolaysız olarak hemen hiçbir bilgi vermiyor fakat Gök Han soyundan gelmekten dolayı Osmanlıların yönetmeye ve bağımsız olmaya en az Selçuklular kadar hakkı olduğunu bütün kronik yazarları içinde daha keskin kelimelerle ifade eden başka biri de olmamıştır. Karacahisar’ın fethinden sonra Tursun Fakih’in kadı ve hatip olarak atanması bahsinde Osman Bey’e “Ve ger ol, ben Âl-i Salçukvan der ise, ben hod Gök Alp oğlıyın derin” dedirtmiyor muydu?

Tevârîh-i Âl-i Selçuk adlı tercüme- uyarlama eserini 1435’ten kısa bir süre sonra tamamlayan ve Osmanlıların Gün Han- Kayı soyundan geldiği görüşünün ilk savunucusu olan Yazıcızâde Ali ise 1300 dolaylarının Bithynia’sında bir Oğuz kabile konfederasyonu tahayyül etmiş olmalıydı ki Osman’ın, Oğuz illerinin beylerinin katıldığı bir kurultay sonucu han seçildiğini söylüyordu. Yazıcızâde’nin bu kurgusunun oldukça etkili olduğunu ve Ruhî ve Lûtfî Paşa gibi daha sonraki Osmanlı tarih yazarlarının bu kurultay sahnesini olduğu gibi ondan almış olduğunu belirtelim.

Neşrî ise Oğuz destanının güzelce özetini yapmakla kalmamış, Yazıcızâde’den, doğrudan Reşidüddin’den ve bugün bizim için malum olmayan birtakım Orta Asya tarihi kaynaklarından aldığı malzemeyi sistematize ederek zaman içinde bir gruptan diğerine geçebilen göçebe bir Türk imperium’u (saltanat-ı Türk han) fikri geliştirmiş ve Osmanlı tarihinin daha geniş bir Orta Asya Türk tarihinin parçası olduğunu düşünmüştü.

Osmanlıların Oğuz Han soyundan geldiğini söylemek ve hanedanı Oğuz geleneğiyle meşrulaştırmaya çalışmak tabii ki önemlidir. Bu, her şeyden önce Osmanlı kronikçilerinin ve tarihçilerinin, gerçek veya muhayyel geçmişe, yerleşik dünyanın ve onun tarihçilerinin gözleriyle değil, göçebe geleneği açısından baktıklarını gösterir.

Sanırım, “Osmanlılar, Türkmen / Oğuz kökenli oldukları için işlerin doğal hâli böyle gerektiriyordu” türü bir açıklama yukarıda sorduğum soruya yeterli bir cevap olamaz. Sonuç olarak Selçuklular da benzer kökenlere sahipti ama Selçuklu dönemi tarihçilerinin göçebe geleneklerini öne çıkarmak ve/ya hanedanı o geleneklerle meşrulaştırmak gibi bir çaba içerisinde olduklarını söyleyemiyoruz. Bu durumun sadece onların değil, bizatihi Selçuklu hanedanın da bilinçli bir tercihi sonucu olması gerekir.

Bazı Selçuk kaynaklarında, hanedanın da aslında Oğuz kökenli olduğu yolunda basit bir referans hatta ima bile yoktur. Mesela, Yazıcızâde Ali’nin de temel kaynaklarından biri olan Râvendî’nin, Râhatü’s-Sudûr ve Âyetü’s-Sürûr adlı meşhur eseri böyledir. Eserini 1207’de Anadolu Selçuklu sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e ithaf eden Râvendî, Oğuzlardan sadece 1153’te Büyük Selçuklu sultanı Sancar’a karşı olan ayaklanmaları dolayısıyla bahsediyor!

Öte yandan, göçebe kökenli veya o geleneğe yaslanan tarih yazarlarının da Selçukluların göçebe karşıtı duruşlarını sevgiyle yâd etmediklerini söylemeye gerek yoktur. Aklıma hemen Harezm hanı Ebulgazi Bahadır Han ve onun Reşidüddin’den aldığı Oğuz-nâme geleneğini Harezm bölgesinde dolaşan Türkmen rivayetleriyle zenginleştirerek Çağatayca- Özbekçe’ye çevirdiği 1659 tarihli eseri Şecere-i Terâkime geliyor. (Bkz, Zuhal Kargı Ölmez yayını)

Şeybânî dolayısıyla Cengiz hanedanından gelmesine rağmen Bahadır Han farklı ve daha erken bir bozkır- göçebe geleneği olan Oğuz geleneğini benimsemiştir. Bunda herhâlde bazı Türkmen boylarını yönetmesinin bir payı olmalıdır. Yalnız, O, Reşidüddin’deki Oğuz Han şeceresine küçük bir müdahalede yaparak, Oğuz Han’ın dedesini “Dip Yabgu” değil de “Moğol Han” olarak gösteriyor. Oğuz’un halkını da bazen Türk, bazen de Moğol olarak anmaktadır. Dolayısıyla, onun açısından, Moğolların dışlanmasındansa Oğuz geleneğine dâhil edilmesinin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Orta Asya’da gerçekte olan Türk-Moğol sentezinin, destanlar dünyasına bir yansıması da diyebiliriz.

Ebulgazi Bahadır Han’ın Selçuklu değerlendirmesini, asırlar sonra da olsa bozkır göçebelerinin bir tepkisi olarak görebiliriz sanıyorum:

“Selçukîler Türkmen bolup karıntaşımız tip ilge ve halkga faydası tigmedi. Padişah bolgunça Türkmenning Kınık uruğındın miz tidiler takı padişah bolgandın song Efrasiyâbnıng bir oğlı Keyhüsrevdin kaçıp Türkmenning Kınık uruğınıng içine barıp anda ösüp kalıp turur. Biz anıng oğlanları ve Efrasiyâbnıng neslindin bolur miz tip atalarını sanap ottuz beş arkada Efrasiyâbga yetkürdiler.”

Selçuklular, Türkmen olup, ‘kardeşimiz’ deyip ile ve halka faydaları dokunmamış. Padişah oluncaya kadar ‘Türkmen’in Kınık boyundanız’ diyorlarmış ama padişah olduktan sonra ‘Efrasiyab’ın bir oğlu Keyhüsrev’den kaçarak Türkmen’in Kınık boyu içine varıp orada büyüyüp kalır. Biz onun çocuklarıyız, Efrasiyab soyundan oluruz’ demeye başlamış ve atalarını sayıp 35 nesilde Efrasiyab’a ulaştırmışlar.

Osmanlılarda ise tam aksine bir durum var gibi. Hanedanın Gök Han mı yoksa Gün Han soyundan mı geldiği konusunda bir kararsızlık yaşandığını söyleyebiliriz ama 16. Yüzyılın başlarından itibaren Kayı’da yani Gün Han soyunda karar kılındığını ve tabii ki çok daha önemlisi, Oğuz soyundan başka bir iddiada bulunulmadığını vurgulamalıyız. Bu, bu anlamda, Osmanlının başlangıcından sonuna kadar sürekliliği olan bir sahiplenmedir. Osmanlının öze bakışı olduğu için de ciddiye alınmalıdır.

Nedenine ve niçinine gelince, kesin bir şey söylemek güç görünüyor. Moğol sonrası dünyada göçebelerin kazandığı prestijden dolayı siyasî meşruiyet, başka bir bozkır-göçebe geleneğine giderek Oğuz Han ile aranmış olabilir. Bu, sadece Osmanlılar için değil Karamanlılar, Karakoyunlular ve Akkoyunlular için de böyleydi. Ayrıca, Câmiü’t-tevârih’te Oğuz geleneğine verdiği ağırlıklı yere bakılırsa İlhanlı tarihçisi Reşidüddin’in de, İlhanlıların yönettiği ülkelerdeki en büyük göçebe geleneğine karşı duyarsız kalmadığını söyleyebiliriz.

Ayrıca, Doğu İslâm dünyasında göçebe geleneği ve siyasî meşruiyet biçimleri sadece Moğolların fatihler olarak bu dünyaya girmesiyle değil, Moğol istilasını önceleyen bazı başka gelişmelerden dolayı da güçlenmiş olabilir. Bunların başında da 12.Yüzyılın ikinci yarısında Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılmasına yol açan ve Horasan ile Kirman başta olmak üzere İran’ın bazı kısımlarında ta yüzyıl sonuna kadar süren bir istikrarsızlık dönemini başlatan Oğuz ayaklanmasının geldiğini düşünüyorum.

Evet, Sultan Sancar’ın, 9 Eylül 1141 tarihinde, Katvan savaşında, Karahıtay ordusuna yenilmesi de göçebe dünyanın, İran yerleşik dünyası üzerinde önemli bir zaferi olmak hasebiyle çok sarsıcı bir olaydı ama etkileri ve yıkıcılığı Oğuz isyanı kadar uzun erimli olmadı. Belki de kuzeylerindeki Kıpçak ve doğularındaki Karluk baskısından dolayı bozkırlara çekilemeyen Oğuzların, kendilerini sıkıştıran Sancar’ı yenmekten başka çıkar yolları yoktu. Biraz önden giderek söyleyecek olursam, Büyük Selçuklu Devleti’ni ve Kirman Selçuklu Devleti’ni yıkan Oğuzlar, Babaî isyanı düşünülürse, bir ölçüde Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışında da pay sahibidirler.

Oğuz isyanı; Mehmed Altay Köymen, Osman Turan, Faruk Sümer, C.E. Bosworth, W. Barthold gibi tarihçiler tarafından iyi çalışılmış ve oldukça iyi bilinen bir olaydır. Sayın Ergin Ayan da konu hakkında müstakil bir monografi yayımlamıştır (Bkz, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Oğuz İsyanı). Kirman Selçukluları içinse Erdoğan Merçil’in bu isimdeki kitabına ve ayrıca yine Sümer’e ve Ayan’a başvurulabilir. Dolayısıyla burada özetin özeti kabilinden bir değinide bulunmak yeterli olacaktır.

24 kabilelik boy örgütlenmelerini koruyan bu Oğuzların Bozok bölümü Korkut b. Abdülhamid ve Üçok bölümü Tuti Beg b. İshak’ın komutası altındaydı. Önce Selçukluların Belh valisi ve Sancar’ın eski atabeg’i Kamac ile vergi meselesi nedeniyle bozuştular, savaşta onu ve oğlunu öldürdüler. Sancar, Oğuzlardan gelen vergiyi artırma, diyet verme ve af taleplerini geri çevirerek Nisan 1153’te onlarla savaştı ve esir oldu.

Oğuzlar, Sancar’a hâlâ sultanlarıymış gibi davrandılar. Fakat başkenti Merv’i, hem de iki defa, yağmaladılar. Ayrıca, kaçmasını önlemek için Sancar’ı geceleri demir bir kafes içinde tutuyorlardı. Sancar, 1156’da kaçabildi ama bir yıl kadar yaşadıktan vefat etti. Büyük Selçuklu Devleti de ortadan kalkmış oldu. İlginç olanı şu ki, belki de gevşek bir boylar birliği hâlinde yaşamaya alışmış olmalarından dolayı bu Oğuzlar herhangi bir merkezî idare kurma yoluna gitmediler. Horasan, Harezmşahların yönetimine geçince de dağıldılar.

Bir kısmı 1179 sonunda ayrı bir Selçuk Sultanlığı olan Kirman’a geçti. Fars’tan gelen bir orduyu yendiler, büyük yağma ve katliamlarda bulundular. Buna rağmen Kirman meliki II. Turanşah’tan af dilediler ve kendilerinin padişahı olmasını istediler. Turanşah, çaresizce bu teklifi kabul etti. Bu anlaşma pek işe yaramadı. 1183’te Turanşah bir suikast sonucu öldürüldü. Sancar’ı esir alan Oğuz beylerinden Serahs hâkimi Melik Dinar da 1185’te Kirman’a geçti ve 1195’teki ölümüne kadar sürecek olan istikrarlı bir yönetim kurarak Oğuzları kontrol altına aldı. Oğlu Acemşah ise izleyen iktidar mücadelelerine katıldı ve kesintili sürelerle de olsa Kirman’da tutunmaya çalıştı. Ayan, onun 1209 yılında mühim bir Oğuz grubuyla birlikte Celâleddin Harezmşah’ın hizmetine girdiğini belirtiyor. Ayan’ın Kirman’da kalan Oğuzlarla ilgili bir tahmini var ki o da konumuz açısından çok ilginç: “Bu bölgede bulunan Oğuzların bakiyelerinin bu tarihten sonra Fars’a ve oradan da Anadolu’ya doğru gittikleri tahmin olunmaktadır.”

Bazı Osmanlı kroniklerinde de, Osman Bey’in “dedesi” Süleyman Şah’ın, İran’daki Mahan şehrinin padişahı olduğu ve Cengiz istilası üzerine Anadolu’ya geldiği yolunda bir rivayet var. Sadece bir kasabanın padişahı olunması siyasî egemenliğin parçalandığı bir dünyaya işaret ediyor olmalı. Bu bakımdan, bu rivayetin, Oğuz isyanından sonra İran’ın içinde bulunduğu durumu gerçeğe uygun bir şekilde yansıttığını söyleyebiliriz.

Mahan’ın nerede olduğu ise biraz karışık. Halil İnalcık’ın, “Osmanlı rivâyetindeki Mahan herhalde Mogan olmalı” diyerek Mahan’ı Azerbaycan’daki Mugan ovasıyla özdeşleştiren varsayımını kabul etmek için özel bir neden görünmüyor. Faruk Sümer ise, Oğuzlar kitabında Mahan’ın Horasan’da olduğunu söylüyor:

“Moğollar’ın Horasan’ı kat’i olarak zaptetmeleri üzerine oradaki Türkmenler’in pek çoğu selâmeti batıya kaçmakta buldular ve Anadolu’ya geldiler. Osmanlı hanedanının Moğol istilası üzerine Merv bölgesindeki Mâhân’dan çok Türkmen ile Anadolu’ya geldikleri hakkındaki rivayet, bu bakımdan da tarihî bir kıymet taşımaktadır.”

Osmanlı rivayetinde, Mahan’ın nerede olduğu yolunda bir açıklık yok, sadece Acem vilayetinde olduğu söyleniyor. Ayrıca bir “şehir” olduğu bilgisinden dolayı ben, bugün hâlâ mevcut olan Kirman’daki Mahan’ın kastedildiğini sanıyorum.

Tabii ki yanılıyor olabilirim. Fakat geliştirmek istediğim varsayım açısından çok bir şey fark etmiyor. Uzun mücadeleler ve karışıklıklardan sonra, ister Kirman’dan, isterse Horasan’dan, ister kendi başlarına, isterse Moğolların önünden kaçan Harezmşah ordusunun parçaları olarak Anadolu’ya gelen bu Oğuzlar, Sancar’a karşı ayaklanan Oğuzlardı. Kabile geleneklerini Selçuklulara göre çok daha iyi korumuşlardı. Osmanlıların, en erken kaynaklardan tesbit ettiğimiz üzere Oğuz kimliğini sahiplenmeleri, hatta Âşıkpaşazâde’de gördüğümüz Selçuklu karşıtlığı onların bu Oğuz grubuna mensup olmalarıyla açıklanabilir mi acaba?

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (9)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.