Atatürk’ü tarihselleştirmek gerek

Princeton Üniversitesi Tarih Profesörü Şükrü Hanioğlu, Taha Akyol’un sorularını cevapladı.

 TAHA AKYOL'LA EĞİRİSİ DOĞRUSU

Atatürk’ü düşünceleri, siyasetleri boşlukta oluşmuş bir kişi olarak değil, içinde yaşadığı gerçeklik çerçevesinde anlamak ‘tarihselleştirmek’ gereklidir.  

Osmanlı geçmişinin komşularımızla ilişkilerimizin geliştirilmesi için kullanılmasının tersine neticeler doğuracağı ortada. Neo-Osmanlı imajı vermekten sakınmalı.  

Tarih, güncel anlaşmazlıkların düşünsel arka planını oluşturma, karşı tarafı suçlu ve zalim kendimizi ise haklı ve mağdur gösterme amacıyla araçsallaştırılıyor. 

Osmanlı geçmişinin komşularımızla ilişkilerimizin geliştirilmesi amacıyla kullanılmasının tersine neticeler doğuracağı ortadadır... Bu nedenlerden dolayı, Türkiye’nin elden geldiğince neo-Osmanlı imajı vermekten sakınması gereklidir. 

Atatürk’ü düşünceleri, siyasetleri ve programları boşlukta oluşmuş bir kişi olarak değil, içinde yaşadığı gerçeklik çerçevesinde anlamak, “tarihselleştirmek” gereklidir. Bunun yanı sıra sözlerini, yazdıklarını da özgün bağlamlarında değerlendirmek zorunludur. 

Türk toplumunda tarih çok yoğun olarak hissediliyor, konuşuluyor, siyasette kullanılıyor, motive ediyor, kavga konusu oluyor, niye böyle? 

Bu, kanaatimce, Türkiye’ye özgü, diğer toplumlarda görülmeyen bir durum değildir. Modern toplumlar, tabiatları gereği “ayrışan” ve “farklılıkları vurgulayan” yapılar olmuşlardır. Julien Benda’nın La Trahison des Clercs (Entelektüellerin İhaneti, 1927) eserinde vurguladığı gibi milliyetçilik, sosyalizm, faşizm benzeri on dokuz ve yirminci yüzyıl egemen ideolojileri de modernlik öncesinin kapsayıcı, birleştirici kuramlarının tersine toplumun ayrışmasına katkıda bulunmuşlardır.  

Günümüzün post-modern toplumlarını üniversel değerler ve ahlâkî ilkeler etrafında birleştirmek veyahut antik çağ ya da bireylerin Hıristiyan ya da Müslüman ümmetinin parçası olduklarını düşündükleri dönemlerdeki kapsayıcı aidiyet çatılarını yaratabilmek mümkün değildir. Ayrışan, farklılıklar üzerinden çatışan toplumlarda doğal olarak tarih devreye sokulmaktadır.

Son tahlilde “tarih” münakaşalarında, “geçmiş” değil, onun üzerinden “güncel” sorunlar tartışılmaktadır. Tekrar edersek, bu, Türkiye’ye mahsus bir gelişme değildir ve siyasetin tarihi araçsallaştırmadığı bir toplum yoktur.

Örneğin ABD’de, Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Değerlidir) hareketi siyahlara yönelik güncel şiddet ve ayrımcılık tartışması sırasında Woodrow Wilson’dan Christopher Columbus’a uzanan bir yelpazedeki kişilerin adlarının kamusal alandan çıkarılması, heykellerinin kaldırılması taleplerini ortaya koymuştur. Bu hareket, bunların önemli bölümü ile köleliği sürdürmek isteyen konfederasyon sembollerinin kullanım dışı bırakılmasını topluma kabûl ettirmiştir.  

Türkiye’de de benzer bir durum yaşanmaktadır. Biz, kendimiz merkezli değerlendirmeler yapma eğiliminde olduğumuz için, bunun özgün olduğunu, “tarih” diğer toplumlarda birleştirici çimento işlevi görürken bizde tersinin yaşandığını düşünüyoruz. Bunun önemli nedenlerinden birisi resmî söylemin “kaynaşmış bir kitle” oluşturma iddiasının doğru ve bunun doğal olduğunun varsayılmasıdır.

Bu modernlik sonrası toplumlarında gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir idealdir. Böylesi bir “kaynaşma” yerine, “farklı” ama “eşit” vatandaşları merkezine alan yeni bir toplum tasavvuru geliştirmemiz anlamlı olacaktır. Sorunuzdaki “kavga”nın yoğunluğunu, tarih üzerine uzlaşma değil, güncel sorunlarını çoğulculuk içinde çözen bir “demos”un hayata geçirilmesi düşürecektir. 

ARAÇSAL TARİH 

Ortak tarih birleştirir derler bize niye kavga ettiriyor? 

Genellikle varsayılanın tersine “tarih” değil “tarihler” vardır; bu da doğaldır. Biz, uzun süre, “resmî tarih” dayatan bir ideokrasi, sonrasında da bunun temel tezlerini tekrar eden bir logokrasi idaresinde yaşadığımız için “tarih”in “tek” olmasının ve bu tekil yorumun tartışılmadan herkesçe benimsenmesinin anlamlı olduğunu düşünüyoruz.

Olgular, onları yaşayanların “ortak” bilinç oluşturmasını, “ne yaşandığı” üzerine fikir birliğine ulaşmasını sağlayamaz. Örneğin, ABD’de Konfederasyon (Güney) ve Birleşik Devletler (Kuzey) İç Savaş’ı beraberce yaşamışlardır.

Buna karşılık, daha sonra bunu farklı biçimde hatırlıyor ve yorumluyorlar. Tarihlerini, aynı olayı, farklı kahramanlar ve sembollerle, onun değişik alt olgularına odaklanarak yazıyorlar ya da sözlü biçimde gelecek nesillere aktarıyorlar. Benzer şekilde Türkiye’de de “tarihler” var.

Örneğin, Tek Parti dönemi gelişmelerini, uygulamalarını farklı kesimler değişik biçimlerde inşa ediyor. Bu açıdan bakıldığında, “kavga” etmemizin nedeni “tarih” değildir. Tarih, güncel anlaşmazlıkların düşünsel arka planını oluşturma, karşı tarafı “suçlu,” “haksız,” “zalim/baskıcı” kendimizi ise “haklı,” “doğru,” “mağdur” ve “mazlum” gösterme amacıyla araçsallaştırılmaktadır. 

‘TARİHSELLEŞTİRMEK’ NEDİR? 

Israrla vurguladığınız bir kavram var; “tarihselleştirmek,” ne demek bu? 

Tarih yazımının iki “olmazsa olmaz (condiciones sine quibus non)”u vardır. Bunlar, “tarihselleştirme (historicization)” ve “bağlamında kavramsallaştırma (contextualization)”dır. Bunlardan birincisi olan “tarihselleştirme,” ele alınan tarihî gelişmeyi içinde oluştuğu gerçeklik ve bunun gelişmeye etkisi etrafında değerlendirmektir. Tarihî gelişmeler bir boşluk içinde, labarotuvar ortamında oluşmamaktadır.

Dolayısıyla, onları içinde oluştukları gerçekliklerde anlamak gereklidir. Bunu yapmak da göründüğü kadar kolay değildir, çünkü o gerçekliği yeniden inşa etmeniz ve araştırdığınız gelişmeyi onun içine yerleştirmeniz gerekmektedir.

Örneğin, Atatürk’ü düşünceleri, siyasetleri ve programları boşlukta oluşmuş bir kişi olarak değil, içinde yaşadığı gerçeklik çerçevesinde anlamak, “tarihselleştirmek” gereklidir. Bunun yanı sıra sözlerini, yazdıklarını da özgün bağlamlarında değerlendirmek zorunludur.  

ATATÜRK’ÜN BİR SÖZÜ 

Geçtiğimiz günlerde basında gözüme çarpan bir fotoğraf kanaatimce bu konuda iyi bir örnek sunmaktadır. Bir valimizin makam odasında çekilmiş bu fotoğrafta, duvarda Atatürk’ün “Tatbik eden, icra eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir” sözünün yer aldığı bir levhanın asılı olduğu görülüyor.

Biliyorsunuz, bu, Mustafa Kemal’in, birinci meclisteki muhalefet, 1921 yılında “Heyet-i Vekile’nin Vazife ve Mesuliyetine Dâir” kanun teklifi ile yetkilerini sınırlamaya çalıştığında kürsüde dile getirdiği ve Nutuk’ta da bu konuyu anlatırken alıntıladığı bir ifadedir. Aslında bu tespit, kendisinin Rousseau’dan mülhem kuvvetler birliği savunması ve meclisin konvansiyonel karakterini sahiplenmesi ile de uyumlu değildir.

Zaten konuşmanın devamı okunursa Mustafa Kemal’in “her şeyin merci‘-i yegânesi”nin TBMM olduğunu söylediği de görülmektedir. Ancak, yasama-yürütme ilişkilerini tartışma bağlamında, konvansiyonel meclisin içinden çıkan vekiller heyetinin yetkileri tartışılırken söylenmiş olan bu söz, tarihî bağlamından çıkarılınca, genel olarak atanmış idarecilerin, özel olarak da valilerin üstünlük ve önemini belirten, kanımca yanlış anlamlar çıkarmaya da fazlasıyla müsait, bir vecizeye dönüşmüştür. Bu da “tarihselleştirme” yapılmadığında ne gibi sorunlar doğabileceğini bize göstermektedir. 

ORTAÇAĞ İMPARATORLUĞU 

“Osmanlı 1789’daki Avrupa imparatorluklarına değil, adem-i merkeziyet vasfı öne çıkan bir ortaçağ imparatorluğuna benziyordu” diyorsunuz. Açar mısınız? 

Osmanlı devleti on sekizinci asır sonuna gelindiğinde değişik bölgelerinde farklı kuralların geçerli olduğu, âyân ya da yerel hanedanların aşırı ölçüde güçlenerek, iktidarı ele aldığı bir yapıya dönüşmüştü.

Kendi ordularına sahip, İstanbul’a hiç gitmemiş yerel liderlerin, yabancı devletlerle doğrudan ilişki kurduğu, sözleşmeler, antlaşmalar imzaladığı bir yapıyı bir arada tutmaya çalışan Osmanlı, dönem Avrupası için bir anakronizm örneği teşkil ediyordu.

Yükselen denizci imparatorlukların sömürgelerinde, bilhassa da Britanya imparatorluğunda adem-i merkeziyet geçerli olabiliyordu; ama Osmanlı, belirttiğimiz gibi, bunlara değil tarihî örneklere benziyor, merkez ve birbiri ile irtibatı zayıf yarı bağımsız yapılardan oluşan hantal bir konfederasyonu andırıyordu.  

‘KANUN-I KADİM’ 

Osmanlı’yı yükselten kurumlar ve zihniyet nasıldı, neden devamını sağlayamadı? Neden Kanun-u kadim kurtarıcı olmadı? 

Osmanlı devleti değişik biçimlerde altı asrı aşkın bir süre yaşamını sürdürmüştür. Bu açıdan bakıldığında, on sekizinci yüzyılda kurum ve zihniyetin değişmesi doğaldır.  Osmanlı yükselişi, diğer belirleyici unsurların yanı sıra zihniyet, siyaset, örgütlenme ve kurumların dönem koşullarında diğer örneklerin önünde olmasından kaynaklanmıştır.

Bugünkü değerlerimizle fazlasıyla eleştirilebilecek Osmanlı hiyerarşik çok kültürlülüğü on beşinci ve altıncı asır Avrupa ortalamasının üzerinde bir düzen şekillendirmişti.

Pankaj Mishra ve Slavoj Žižek’in analizlerinde bunu aşırı ölçüde romantize ettiklerini, Osmanlı “hiyerarşik çok kültürlülüğü”nün modern “kozmopolitlik”in öncülü olduğunu yeteri kadar sorgulamadan kabûl ettiklerini söyleyebiliriz; ama İber yarımadasında Müslümanlar ve Yahudilere yapıldığı gibi farklı dinlere mensup olanlara yaşam hakkı tanınmayan bir dünyada, belirli bir hiyerarşi içinde ve madun statüsünde de olsa kendi kurumlarını koruyan, inançlarını sürdüren, iç yönetiminde otonomi sahibi “millet (dinî cemaatler)”in var olabilmesi, şüphesiz, önemli bir farklılığı ortaya koyuyordu.

Osmanlının temel sorunu, dönemi için “ileri” sayılabilecek bu örgütlenme ve yapılanma ile onun düşünsel arka planını değişen dünyada da sürdürmek istemesiydi.

On altıncı asırda sarı ayakkabı giyemeyen, cizyenin yanı sıra, aynı işe daha fazla vergi ödeyen, şehirde ata, arabaya binemeyen, evinin yüksekliği sınırlanan bir Ermeni ya da Yahudi, diğer örneklerle kıyasladığında koşullarının çok da kötü olmadığını düşünebilirdi; ancak, 1789 sonrası dünyasında bunu beklemek fazla anlamlı değildi.

Böylesi bir değişime kanun-ı kadimin yânî örfî hukukun hızla cevap vermesi de kolay değildi. Sizin sorunuz Osmanlı çöküşüne zihniyet ve kanun üzerinden yaklaştığı için bunu söylüyorum.

Tabiî Osmanlı çöküşünü (bu ifadeyi Osmanlı araştırmalarının önemli bir tartışma konusu olan “gerileme/decline” anlamında değil somut bir gelişmeye atıf için kullanıyorum) anlamak için sermaye birikimi, sanayileşme, bilgi ve teknoloji üretimi, rakip yapılarla mukayese benzeri unsurları dikkate alan derinlikli tahliller yapmak, bunu “tekil” bir nedene indirgememek gereklidir.

Bir ekleme yaparsak, milliyetçilik çağında çok uluslu yapıları yirminci yüzyıla taşımak kolay değildi. Bu nedenle, aynı süreçte, sadece Osmanlı değil tüm benzer yapılar dağılmıştır.   

NEO- OSMANLI 

Türkiye’nin ‘Neo Osmanlı’ imajı vermesinin fayda değil zarar getireceğini yazdınız. Neden? 

Ortak tarih hakkındaki sorunuza cevap verirken dile getirmeye çalıştığım gibi, olguları ortak yaşamak daha sonra onları aynı şekilde yorumlamayı gerekli kılmıyor. Osmanlı coğrafyasında yaşanmış “ortak geçmiş” de bu çerçevede değerlendirilmektedir.

Milliyetçi tarih yazımının da etkisiyle Türkiye dışında, ki biz de Erken Cumhuriyet döneminde Osmanlı tarihini benzer şekilde yorumlamıştık, bu ortaklık, “Türk boyunduruğu,” “emperyalizmi” ya da “işgali” benzeri vurgularla değerlendiriliyor. Bunun anlamlı olmadığını söylemek, tarihin daha objektif yazılmasını, sloganlara indirgenmemesini tavsiye etmek önemli bir konu, ki bu yapılıyor ve bir değişim yaşanıyor.

Örneğin, Arap dünyasında George Habib Antonius’un yorumları 1940 ve 50’ler ile Pan-Arabizm dönemindeki kadar revaç bulmuyor. Yunanistan’da Rumların Tourkokratia dönemindeki yaşamları konusunda Osmanlı vesikalarına dayanan farklı değerlendirmeler yapılıyor.

Ama günümüzde Osmanlı coğrafyasının Türkiye dışındaki kısımlarında, bâzı ufak istisnâlar dışında var olan egemen yargı aşırı derecede olumsuzdur. Bizim “parlak geçmiş” olarak tarihselleştirdiğimiz bir dönem diğerlerinin gözünde ulus tarihinin “kara parantezi”dir.

Dolayısıyla, toplumumuzun çoğunluğu tarafından “parlak,” “adaletli,” “hoşgörülü,” “hakkaniyetli” benzeri sıfatlarla değerlendirdirilen Osmanlı geçmişinin komşularımızla ilişkilerimizin geliştirilmesi amacıyla kullanılmasının tersine neticeler doğuracağı ortadadır.

Konunun bir de emperyal yapıların aslî mirasçılarına karşı ondan çatışarak ayrılan taraflarca duyulan tepki boyutu var ki, Rusya, Avusturya-Macaristan benzeri çok uluslu yapıların coğrafyalarında da bunu görebiliyoruz. Bu nedenlerden dolayı, Türkiye’nin elden geldiğince neo-Osmanlı imajı vermekten sakınması gereklidir.

Tekrar edecek olursak, ne kadar yanlış bulsak ve eleştirsek de bir “olgu” ile kavga etmek ve dış siyasetimizin etkisini azaltmak yararımıza değildir. Bunu söylerken, Türkiye’nin kendi coğrafyasına açılması, bu sahada daha aktif dış siyaset üretmesinin neo-Osmanlılık olmadığını da vurgulamak isterim. 

ŞÜKRÜ HANİOĞLU KİMDİR? 

Princeton Üniversitesi’nde tarih dersleri veren Prof. Şükrü Hanioğlu’nun, 18. ve 19 yüzyıl belli başlı eserleri:  

Doktor Abdullah Cevdet ve dönemi, İstanbul, 1981  

Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jon Türklük, İstanbul, 1986  

Young Turks in Opposition, Oxford Univ. 1995  

Preparation for a Revolution, Oxford Univ. 2001  

A Brief History of the Late Ottoman Empire, Princeton Univ. 2008  

Atatürk: An Intellectual Biography, Princeton Univ. 2011 

DEVAMI İÇİN TIKLAYIN... 

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

İlgili Haberler

Şentop'tan iç tüzük çıkışı: Sisteme uygun olması lazım
Türkiye’de siyaset sevdası ve hukuk nisyanının politik-teolojik genetiği
2021 ve yönünü arayan Türkiye’nin jeopolitiği

Görüşler Haberleri