Ondokuz Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Hüseyin Akan “İnsanın bir ilkenin doğru olduğuna dönük inancını dile getirirken günlük hayatta aksi yönde davranması bir mesele olarak görülmelidir” diyor.
Bir insanın toplumsal bir ilkenin doğru olduğuna dair inancını, düşüncesini veya kanaatini beyan ederken günlük hayatta aksi yönde davranması, mesele olarak addedilecek bir husustur. Başka iki davranış şekli konumuz dışındadır: Bunlar, kabul ettiği ahlâkî kurallara uygun davrananlarla, kabul etmese de toplumun ittifak ettiği kurallara uygun davrananlardır. Örneğin, çağımızda tek eşliliğin doğru olduğunu söyleyip buna riayet edenler ya da bunun aksine inanıp o yönde yaşayanlar ile aslında çok eşliliğin doğal olduğuna inansa da toplumsal düzen aşkına tek eşli hayat sürenler. Zihnen kabul etmediği ilkelere sadık olduğunu diliyle söyleyip aksine davrananlar (münafık) zaten konumuz değil.
Bir insan niye samimî ahlâkî kanaatlerinin ve söylemlerinin aksine davranışlar sergiler?
Söylemle eylem arasındaki bu uyumsuzluk, tutarsızlık birkaç kereyle sınırlı olabilir, fazlaca olabilir, bir karakter halini alabilir. Birkaç kereyle kalmış olması şartların daha fazlasına imkan sağlamamasından kaynaklanabilir ya da kişinin mahcubiyeti, suçluluk duygusu, pişmanlığı tekrarlanmasına izin vermemiştir. Sözüyle fiili arasında fazlaca tutarsızlık olan da mahcubiyet ve pişmanlık yaşayabilir. Bu söz-davranış tutarsızlığı tutum ve karakteri olmuş bir insanın ise pişmanlık yaşadığını söylemek safdillik olur sanırım.
Çok basit örneklerle söylem-eylem tutarsızlığının ne kadar yaygın olduğunu görelim:
Günümüzde günlük hayatta gayri ahlâkî, daha güzel bir söyleyişle sosyal uyuma aykırı olduğunda ittifak edilecek pek çok davranıştan söz edebiliriz. En basit mümessil örneği kuyrukta kaynak yapmak olan hak yemenin sıradanlığı, en yaygın ve umursanmayanlara örnek olarak, gayrimenkul alım-satımında satış bedelini düşük göstermek, istirahat raporu almak ve vermek, kayırmak ve kayrılmanın olağanlığı, özellikle kamu kurumlarında, karşılığı olarak maaş alınan mesaiyi yapma mecburiyeti duymamak, işittiği bir haberi yalan-yanlış olduğunun barizliğine rağmen hazla nakletmek. Bu davranış biçimlerinin önemi ‘müşterek’ sıfatına lâyık oluşlarıdır.
Kaynak yapmayı basitçe öne geçme arzusu ve davranışı olarak nitelesek de gerçekte, karşıdakinin hakkını görmezlikten gelme, yok sayma, zedeleme, gasp etmedir veya buna kapı açmaktadır. İş hayatında, yemekhanelerde, kafeteryalarda, alış verişlerde, postanelerde, bankalarda, hastaneler ve diğer kamu kurumlarında sırayı ihlal etmede bir sakınca görmeyiz. Bu kurumlarda düzenli bir işleyiş olsa bile bir tanış tavassutu ararız geride kalmama, öne geçme, sahip olacağımız bir avantajı heder etmeme dürtüsüyle. En yaygın ve basit örnek olan kamu hastanelerinde erken randevu ayarlanması, isteyen ve randevuyu ayarlayan sağlık çalışanı gözünde de çok masum, olağan, sıradan bir davranıştır. Aynı zamanda, hepimiz sıramızı beklerken araya birisinin sokulmasının nasıl bir haksızlık olduğunu hararetle ifade ederiz. Bazı insanlar mecbur kaldığında, çoğunluk her fırsat bulduğunda sıra ihlali yaparlar. Mecburiyetten kaynak yaptığını düşünenler, kayırmaya mazeret üretenler az biraz pişmanlık duyarlar veya en azından tedirgin ve huzursuzdurlar. Fırsat bulduğunda kaynak yapanlar ise (zayi olabilecek) hakkını aldığına inanırlar. Burada hak yenmesinden daha büyük sorun, kişinin yaptığı veya edindiği şeyin hakkı olmadığına dair zihninde bir kuşku taşımamasıdır. Bu kişiler her zaman, her durumda haklıdırlar. Dolayısıyla ahlâkî olmayan davranışlarında fütursuzdurlar.
Bu uyumsuz davranışların seyrek de olsa her toplumda ve her devirde görüleceği söylenebilir. Burada önemli nokta seyreklik ve sıradanlık halidir. Sosyal uyuma hizmet etmeyen, olumsuz ya da kötü olarak nitelenecek davranışların yaygın, aksine olumlu davranışların seyrek olmasıdır mesele. Bazı ülkelerde, mutlaka olumsuz örnekler bulunsa da toplumun geneli veya çoğunluğunda hakka saygı, görev ahlâkı ve dürüstlüğün var olduğunu görürüz. Örneğin, Japon toplumunda bir tek ayıplanma korkusu insanları olumsuz davranışlardan alıkoyarken, bizim toplumumuzda dinî ve dünyevî ağır tehditlerin bile beklenen etkiyi göstermediğini söyleyebiliriz sanırım.
Bir toplumun genel olarak ahlâklı sayılması için yanlış/haksız davranışlara meyyal olanlarla, doğru davrananların oranının ne olması gerektiği hususunda eşik değerler belirlenebilir mi? Bir hipotezim var: Üç kişilik bir toplulukta iki kişinin davranış biçimi toplumun davranışını belirler. Yani toplumun üçte ikisi ittifak edilen ahlâkî ilkelere uymada gönüllüyse, toplumun geri kalanının da büyük kısmı uyumsuz davranışlardan çekinecek ve kaçınacaktır. Tersine üçte ikisi haksız davranışlarda pervasızsa, zihinsel olarak doğru yapılanmış üçte birinin de direnci kırılacaktır. Birisi doğru, birisi yanlış davranıyor, üçüncüsü nötr ise? Bu durumda, ‘yanlış olan’ haksız bir eylemde bulunduğunda ‘doğru olan’ buna karşı çıkacak; nötr olan bu haksız davranıştan kendisi de zarar göreceği için büyük ihtimalle ‘doğru olan’ın yanında yer alacaktır. Böylece, yanlış olan üçte birin haksız eylemde bulunması zorlaşacaktır. Kaynak yapmaya, kolayca yalan beyanda bulunmaya yapılanmış, hevesli, teşne olanların toplumun üçte birinin altında kalması sağlanmalıdır. Yaygın ve baskın olan davranış tarzlarını o toplumun kültüründe, zihninde yerleşmiş ortak davranış kalıpları olarak niteleyebiliriz. Ortak davranış kalıplarında ideoloji, aidiyet, dünya görüşü gibi etmenler genel sonucu değiştirmez. Müslümanızdır, milliyetçiyizdir, liberalizdir, sosyalistizdir, laikçiyizdir ancak, davranış karakterimiz değişmez. Olumlu ya da olumsuz davranışlarımız ortaktır.
DAVRANIŞTA BİYOLOJİ, KÜLTÜR VE DİNİN ETKİSİ
Davranışların ahlâkî niteliğinin belirmesinde biyoloji, kültür ve kültürün en önemli bileşeni de olan din etkilidir. Ahlâkî yönelmelerin doğuştan olup olmadığını bebeklerde araştıran Bloom (*), çalışmaların iyi ve kötü hakkındaki yargılarımızın empati ve iğrenme gibi duygusal tepkilerden etkilendiğini; temel bir ahlâki anlayışın evrensel olduğunu ve erken dönemde ortaya çıktığını desteklediğini söylüyor. Bencillik, bağnazlık, önyargı, kendinden kabul ettiğini kayırma hayata tutunma ve hayatın idamesi sâikiyle izah edilebilecek biyolojik ahlâkî davranış biçimleridir. Yine de, temel eşitlikçi adalet duygusunun bebeklikte var olduğu söylenebilir. Çalışmalarda, bebeklerin, başkaları arasında eşit dağıtım yapanı eşitsiz davranana tercih ettikleri gözlenmiştir.
Doğuştan gelen, beşere özgü davranış kalıpları veya kalıpların inşasına imkan sağlayan kapasite mevcuttur ancak, bireylerin duygu ve davranış kalıpları daha çok yetişme sürecinde içinde bulunduğu sosyal çevrelerin kültürü tarafından şekillendirilir. Birkaç aylık bebeğin sahip olduğu her sesi çıkarma kabiliyeti ana dilin seslerini belledikten sonra sınırlanmaktadır. Artık, anadilinde olmayan başka dildeki sesleri taklitte/çıkarmakta başarılı olma şansı iyice azalmaktadır. Bunun gibi, zihnin/beynin inşasında ana belirleyici olan, içinde bulunduğumuz toplumsal çevrenin kültürü davranış, tavır ve tutum setlerimizi de biçimlendirecektir. Çevreyle etkileşim, beynin muayyen kalıplarla inşasına yol açmakta; çoklu zengin yetenekler sınırlanmaktadır. Bloom’un bebeklikte var olduğunu söylediği olumlu ahlâkî davranış kalıpları zihinsel inşa sürecinde sosyal çevrenin sunduğu kültür tarafından zayıflatılmakta, güçlendirilmekte veya değiştirilmektedir. İçine doğulan kültür, (aile, mahalle, okul, ülke, dünya) rastlantısaldır ve zorunluluktur. İnsanın kaderidir bir anlamda. Ahlâki inşanın da ana yapıcı güçlerinden biri toplumsallıktır, yani insanların teması, iletişimidir. Sosyal çevremiz genişledikçe ‘ahlâkımızı inşa eden ve sorumlu olduğumuz çevremiz’ de genişler.
Toplumsallık ve temas temelinde davranış kalıplarının şekillenmesinde ve değiştirilmesinde en güçlü araçların birincisi erken yaşlarda daha etkili olan taklit, sonraki yaşlarda öne geçen fikir teatisi, telkin ve teşvik/tehdittir. Ödüllendirme, takdir, taltif, övgü teşvik kapsamındadır.
Tehdit ayıplanma, azarlanma, dışlanma, sınırlandırılma, mahrum bırakılmaya maruz kalabileceği yönünde ikaz edilmesidir . Sarsılması, değiştirilmesi en güç davranış kalıpları taklitle kazanılan ve tekrarla pekiştirilenlerdir. Bu davranışlar tutum halini alır; kendiliğinden, otomatik ortaya çıkarlar. Bilinçli bellek içeriği gerektirmeden, örtük bellek edinilmiş kalıpların belirlediği hisler ve davranışları doğurur. Dolayısıyla, bir kişi çok olumlu, ahlâkî söylemler serdeder ama, örtük belleğin bir marifeti olarak söylediklerinin tersini icra edebilir. Yukarda saydığım, ‘umumî’ olduğu söylenebilecek haksız davranışların kolayca ortaya çıkması o davranışların normal olduğu duygu ve düşüncesinde olduğumuzdan olabilir. Bu durumda ketleme söz konusu değildir. Haksız olmadığına inanmayanlarda ise, bilinç ardında o davranış sonucunda duyacağı tatmin/haz hissi beklentisiyle denetim eşiğinin kolayca aşıldığı söylenebilir. Bu haksız eylemler küçük, basit ve başkasına ciddi zarar vermediği hissiyle birlikteyse, yönetici bölgede, hızlı bir şekilde yapılan fayda zarar hesabı sonucunda da denetimden geçebilir. Kişisel fayda adalet duygusuna galip gelir. Doğru davranışlar tutum haline gelmemişse, davranışların denetim ve yönetim alanları görevlerini doğru yapacak güç ve tarzda biçimlenmemişse davranışların toplumsal uyuma aykırı olması kolaylaşacaktır. Edinilmiş kalıplar toplumun kayda değer bir kesiminde genel olarak olumsuz ise, o zaman sorunu taklit edilen örnekte, telkin ile teşvik veya tehdidin tesirinde aramamız yanlış olmaz.
O halde, taklit edilen ‘örnek’in yanlış/olumsuz, telkinin faydasız, teşvik ve tehdidin etkisiz olduğu söylenebilir. Taklit edileni, telkinlerin konusunu, gücünü ve ahlâki niteliğini, teşvikin ve tehdidin tesirini belirleyen ait olduğumuz, neşvünema bulduğumuz bizi kuşatan kültür, inanç ve duygulardır. İşin bu tarafına telmihe bile cesaret edilememektedir. Yazdıklarımdan yetişkinlerin tutumlarını değiştirmelerinin imkansız olduğu sonucuna vardığım sanılmasın. Güç de olsa, geç de olsa çocuklukta biçimlenmiş kalıpların değiştirilmesi uygun zorlayıcı ve kolaylaştırıcı yönlendiricilerle olasıdır. Kamusal kapalı yerlerde yaygın ve olağan haldeki sigara içme müşterek davranışının tamamen ortadan kalkması gibi.
NÖROBİYOLOJİK İZAH
Beynin ön lobundaki bir bölge (prefrontal korteks- PFK) duyusal ve duygusal bilgileri birleştirme, duygusal bilgileri değerlendirme, düzenleme, denetleme ve bu bağlamda karar verme, uygun eylemde bulunma veya ket vurma ve ödül sistemlerinde görev alır. Toplumsala ilişkin bilgilerin işlenmesiyle toplumsal ilişkilerde yol gösterici rol üstlenir. Ötekinin taleplerini, inançlarını, durumunu anlayabilmeyi (empati) sağlar. Bu yönetici ve denetçi bölge işlev dışı kaldığında kısıtlamasız, uygunsuz, antisosyal duygu ve davranış sergilemeye eğilim görülebilir. Böylesi kişilerin pişmanlık yaşamadıkları veya seçimlerinin olumsuz sonuçlarını tahmin etmedikleri bildirilmiştir. Seçim yaparken zorlanırlar ve uzak ama daha büyük olanı değil, küçük de olsa yakın ödülü seçerler. Sözel olarak ahlâkî yargıları toplumsal kabul ve sağduyuya uygun iken, güncel hayatta aynı durumla karşılaştıklarında aksi yönde karar alırlar. Benimsedikleri ahlâkî kurallar ve değerleriyle tutarlı olmayan karar ve davranışlar gösterebilirler.
Bebeklik ve çocukluk döneminde, dış etmenler duygulanım ve duygu merkezi (amigdala) etkinliği üzerinde düzenleyici, yapılandırıcı rol oynarlar. Duygusal tepkilerin PFK tarafından ayarlanması daha ileri yaşlardakine göre oldukça zayıftır. Delikanlılık çağında PFK ve amigdala arasında karşılıklı iletişim ve etkileşim varken, yetişkinlikte PFK’nin amigdala üzerindeki engelleme etkisi baskındır. Başlangıçta çevre amigdalanın gelişmesini, amigdala da PFK’nin gelişimini etkilemekte; sonuçta duygusal yapı biçimlenmektedir. Öncelikle anne-baba olmak üzere aile, amigdala işlevlerini güçlendirme veya zayıflatma gücü ile gelişim sırasında oldukça etkilidir. Duyguların ebeveyndeki tezahür biçiminin, çocukta o duyguyla ilgili davranışlara dönüştüğü gösterilmiştir.
Denetimin zayıf olması, çevrenin amigdalanın gelişmesinde, amigdalanın da PFK’nin gelişiminde etkisinin yüksek olduğu erken dönemde eylemlere yön veren duygusal yapının güçlü olarak biçimlenmiş olmasıyla açıklanabilir. PFK ve amigdala arasında karşılıklı iletişim ve etkileşimin olduğu delikanlılık döneminde muhakeme, akletme ve denetim yetilerinin güçlendirilemediği, duygusal motiflerin baskın kaldığı öne sürülebilir.
Bu bilgiler ışığında söylediklerinde samimi olup aksi davranışta bulunanlarda yönetim/denetim merkezinin düzenleyici etkisinin çok zayıf olduğu çocukluk döneminde duygusal tepkilerin örtük bellekte sağlam biçimde kalıplaştığını söyleyebiliriz.
Duygusal karmaşada, ani tepki durumunda ise dış dünyadan gelen duyusal girdiler kortekse ulaşmadan önce, amigdalada önceki duygu kayıtlarıyla karşılaştırılır ve değerlendirilir. Amigdala denetime takılmadan, duygusal tepkinin ortaya çıkmasında birincil derecede etkili olur. Kaynak yapma, öne geçme, rapor alma, trafikte işaret vermeden tehlikeli şekilde şerit değiştirme gibi durumların da denetime takılmadan doğrudan duygusal tepkiler (davranışlar) doğuran karmaşık, stresli, ani haller olarak işlediği söylenebilir.
(*) Bloom P. How do morals change?. Nature, 464: 490, 2010. https://doi.org/10.1038/464490a