Görüşler

7 Ekim ve Filistin meselesinin geri dönüşü

7 Ekim ve Filistin meselesinin geri dönüşü

Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan, Gazze’ye 7 Ekim’den bu yana düzenlenen saldırılar üzerinden değerlendirmede bulunuyor

Ekim bu tarihsel ve siyasal bağlama oturtulduğunda, onlarca yıllık İsrail işgal süreci içerisinde dikkate değer bir yönü bulunmamaktadır. Ne 7 Ekim saldırısının yaratıcı taktikleri ne de ortaya çıkan şiddet, işgalin vahşeti veya akla ziyan uygulamalarıyla rekabet edebilir. Zaten bu mukayesenin imkânsız olduğu, İsrail’in Gazze’de iki haftadır devam eden ve tam bir katliama dönüşen saldırılarını El-Ehli Baptist Hastanesi’nde zirveye çıkarmasıyla bir kez daha ispatlandı. Arendt’in, önemli Nazi yetkililerinden Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargılanmasını izlerken yaptığı “kötülüğün sıradanlığı” tespiti, İsrail için ana motivasyona dönüşmüş durumda. Bu “sıradanlık” içerisinden İsrail-Filistin meselesi üzerine kurulan “ahlaki veya jeopolitik” cümlelerin de hiçbir hükmü bulunmamaktadır.

Bütün bu bağlama rağmen, 7 Ekim, 1973’ten bu yana İsrail’in Filistin işgalinde kayda değer bir kırılmaya ve belki de değişime işaret etmektedir. 7 Ekim’in askeri bir hedefi olması mümkün değildir. Zira İsrail ve Hamas arasındaki askeri güç asimetrisi izahtan varestedir. Benzer şekilde, 7 Ekim saldırısına İsrail’in vereceği kanlı cevabın boyutlarını tahmin etmeye dair de bir kafa karışıklığı olamaz. Zira bu cevabın ne olacağına dair en basit deliller, on yıllardır devam eden işgalin vahşiliği, İsrail’in tarihinin en fanatik ve ırkçı liderliğinin Tel Aviv’deki iktidarıdır. Dolayısıyla bütün bu “bilinen bilinenler”, 7 Ekim’i açıklamaya kâfi değildir.

FİLİSTİNLİLERİ YOK SAYAN ‘NORMALLEŞME’

Filistinliler açısından bu eylem “bilinmeyen bilinenleri” temsil ediyor: Filistinlilerin varlığı. Zira son yıllarda işleyen süreç, Filistin Meselesi’ni hem insani hem de siyasal olarak yok saymaktan ibaretti. Filistinliler hilafına ve gıyabına, İsrail’le başlatılan “normalleşmenin” merkezinde Filistin’i ve Filistinlileri de facto yok saymak bulunuyordu. Körfez ülkelerinin İsrail’le, İsrail’in de Filistinlilerle kurduğu işgal düzeninin “normalleşmesinin” resmiyete dönüştürülmesi projesiydi. 7 Ekim, “Filistin Meselesi’ne Filistinliler olmaksızın nihai noktanın konulması” şeklindeki son dönem yanılsamasını yıkmış oldu.
“Bilinen matrislerin” ortasında, anaakım medya söylemi, 7 Ekim ile 11 Eylül arasında hızla acemi karşılaştırmalar yaptı ya da gelişmeyi sadece bir güvenlik ihmali olarak değerlendirdi. Üstelik bu mukayeseler sadece saldırının kendisine odaklanılarak, 11 Eylül sonrası Amerikan politikalarının yol açtığı felaketler de özenle paranteze alınarak yapıldı. Güvenlik ve istihbarat açığı tartışmaları ise yine Filistinlileri yok sayan, işgal altında olanların -yaratıcı- bir şekilde direneceği gerçeğini unutarak, İsrail’in “kusursuzluğunun” altını dolaylı bir şekilde çizen “istihbarat zaafı” noktasında devam etti. En şaşırtıcı olanı ise Ramallah’ı “açık hapishanelere”, Gazze’yi “toplama kampına” dönüştüren İsrail’e karşı yapılan bir eylemin, 11 Eylül’den mütevellit “sürpriz” olarak görülmesiydi.

Şunu belirtmek gerekir ki 11 Eylül, tüm beklentilere meydan okuyan, çağdaş bilim kurgu bağlamında bile akla yatkınlığın sınırlarını zorlayan bir saldırıydı. Bunun tam aksine, 7 Ekim, geçen hafta yaşanan olayların da gösterdiği gibi, son yarım yüzyılda benzer deneyimleri defalarca yaşamış bir halk olan Filistinlilerin tecrübesinin İsrailliler tarafından bir günlüğüne yaşanmasıydı. 7 Ekim’in beklenmedik bir saldırı olduğuna dair yaklaşım, özünde Filistinlilerin İsrail’le aralarındaki devasa güç asimetrisine, Tel Aviv’in küresel düzeyde gördüğü akıl almaz desteğe, milyonlarca Filistinlinin topraklarından sürülmüş olmalarına ve Arap yönetimleri tarafından defalarca ortada bırakılmalarına, Filistin’in elinde kalan son siyasi ve toprak bütünlüğünü de Oslo sonrasında tamamen kaybetmesine, son 30 yılda işgalin tam teşekküllü fanatik bir Apartheid yönetimine dönmüş olmasına rağmen hâlâ “var olmaya devam etme iddiasına ve teslim olmamasına” şaşırmaktadır. Esasen, 7 Ekim’i, hiçbir motivasyon, destek ya da organizasyon İsrail işgalinden daha etkili bir şekilde hazırlayamazdı.

İsrail’in işgal politikalarının ötesinde çok daha vahim bir mesele, Tel Aviv’in mevcut statükoyu değiştirebilecek herhangi bir bağlamda Filistinlilerin varlığını tereddütsüz bir şekilde inkâr etmesidir. Amerikan, Avrupalı ve İsrail siyasi çevrelerinde, çözümsüzlüğe bahane olarak, Filistinlilerin, özellikle de Hamas’ın, “İsrail’in varlığını reddettiğini” dillendirmek yaygın bir klişe haline gelmiştir. İsrail’in “varlığını”, İsrail vatandaşlarıyla mukayese edilmeyecek kadar her dakika iliklerine kadar hissederek işgal altındaki topraklarda yaşayanlar için bu, esasen sözlü bir direniş aracı olan retorikten başka bir şey değildir. Ancak İsrail için “Filistinlilerin inkârı”, elbette retorikle sınırlı değildir. Filistinlileri yok saymak, Apartheid rejimi için günlük bir inkâr ritüeli, belli bir düzeyde mesihçi bir özlemi ve fiilen her anlamda eksiksiz bir yok saymayı ifade etmektedir. İsrail, Filistinlilerin varlığıyla uzlaşana ve onlara gerekli siyasal tanınmayı sağlayana kadar, süregelen krize siyasi bir çözüm bulunamayacaktır. Burada Filistin devletinden veya bir siyasi çözümden önce bizatihi Filistinlilerin varlığını kabul etme krizinden bahsediyoruz. Özellikle şu anki İsrail hükümeti, ırkçılık tarihinin müstesna bir örneği olarak, Filistin Meselesi’ni bırakın konuşmayı, asgari düzeyde Filistinlilerin varlığıyla sorun yaşayan bir yönetimdir.

Sonuçta bugün Yahudiler de Filistinliler de nasıl bir tahayyül veya maksimalist beklentiler içerisinde olurlarsa olsunlar, işgalin ürettiği kimlikleri ve aklı üzerlerinde taşıyorlar. Filistinlilerin işgali sona erdirme umudu azaldıkça sadece “var olma” hedefine, İsrail’in ise demografik krizi eşliğinde etnokratik radikal bir Apartheid devleti halini derinleştirmeye mahkûm olduğu bir süreç yaşanıyor.

VAROLUŞ POLİTİKASINA DÖNÜŞEN İŞGAL

İsrail, Filistin’in devletine kavuşması bir yana “var olma” haklarını bile inkâr eden politikalarıyla bugün kendisinin de içinden çıkamayacağı varoluşsal krizi yıllar içerisinde inşa etti. İsrail, işgalini bitirecek hiçbir vizyona sahip değil. Aksine tam bir mesiyanik maksimalizm içerisine her geçen gün biraz daha işgali bizatihi kendi varoluş politikasına dönüştürüyor. İki devletli bir çözüme yanaşmıyor. Tek devletli bir çözümü tahayyül bile edemiyor. İşgalci bir gücün uluslararası hukukta tarif edilmiş asgari sorumluluklarını bile üslenmiyor. Etrafındaki yüzlerce milyonluk Arap ve Müslüman nüfus bir yana, İsrail’in bir gün olmayacağını farz ettiği Filistinlilerin Ortadoğu’daki nüfusu İsrail’in nüfusundan fazla. İsrail’de ve işgal altında olanlarıyla başa baş, son 70 yıldır bölge ülkelerine sürülen Filistinlilerde eklenirse neredeyse yarı yarıya olan Yahudi nüfusuna rağmen Filistinlilerin buharlaşmasını bekliyor. Bu ütopyayı elbette bütün İsrailliler paylaşmıyorlar.

Ancak vahşi bir kolonizasyonu daha fazla kan akıtmadan siyasal bir çözümle bitirmenin ancak iki yolu bulunuyor. Birincisi iki devletli çözüm. İkincisi adil bir temsilin sağlandığı tek devletli çözüm. İsrail her iki çözümün de imkânsız olabilmesi için “inkâr” ekseninde fanatik bir şekilde işgal politikasını sürdürüyor. Bu politikanın ana hedefi Filistin’in İsrail için siyasal; dünya ve bölge için jeopolitik bir mesele olmaktan çıkarılmasıdır. Filistin Meselesi’ni, “bazı Filistinlilerin” (6 milyona yakın) ağır İsrail askeri yönetimi altındaki belediye sorunlarına indirgeyerek sönümlenmesini ümit ediyor. Dünya için ise bir salt insani yardım meselesine dönüşmesini arzuluyor. Böylesi bir inkâr dünyası içerisinde Filistinlilere, Nazilerin Yahudilere yönelik “untermenschen” (alt-insan) nitelemesinin İsrail Savunma Bakanı’nın dilinde “hayvan-insanlar”a dönüşmesi düşüyor. Tam da bu rahatlıkla, bir konsantrasyon kampında tuttuğunu düşündüğü hayvan-insanlar topluluğuna yönelik katliamları kendi dünyasında meşrulaştırabiliyor. Bu tabloya İsrail içerisinde direnen ve Batılı yaklaşıma göre açık ara çok daha demokrat “çözüm ekseni” de etnokratik yönetim karşısında bir varlık gösteremiyor. Dört yılda beş kez seçimlere gitmek zorunda kalan İsrail yönetimin iç istikrarsızlığı da işgalin derinleşmesine zemin hazırlıyor.

BÖLGE ÜLKELERİNİN DEMOKRASİ KRİZİ

Artık modern dönemin en uzun işgaline dönüşmüş olan Filistin’in kolonizasyonunu sürdürülebilir kılan sebeplerden birincisi yukarıda tarif ettiğimiz işgal teolojisiyse, ikincisi Amerika ve Avrupa’nın koşulsuz İsrail desteğidir. Bu iki ana unsurun yanında, Filistinlilerin ve bölge ülkelerinin krizi belirleyici olmakla beraber ikincil unsurlara dönüştüğü düşünülebilir. Ancak her şeye rağmen Filistinlilerin ve bölge ülkelerinin demokrasi krizi, bugün Filistin’in geldiği noktada en belirleyici unsurlardan sayılmalıdır. Seçilmemiş Filistin yönetiminin ulusal temsil kabiliyetini kaybederek tamamen anlamsızlaşması ve İsrail adına işgal yönetiminin günlük idari taşeronu haline gelmesi, Hamas’ın içinden çıkamadığı siyasallaşma ve ulusallaşma krizleri, bölge ülkelerinin yıllarca Filistin’i popülist bir kaldıraç olarak kullandıktan sonra bir yük olarak görmeleri ve Arap Baharı’nın değişim arzusunun bastırılmasıyla bölgeye çöken ağır siyasal bunalım havası, önümüzdeki dönem için yeterince karamsar bir tablo sunuyor.
Arap devletlerinin ve Müslüman dünyanın kendi demokratik dönüşümünde mesafe almadan Filistin Meselesi’nde taktiksel, insani ve bazı ülkelerin sonuçta İsrail gücü karşısında bir anlamı olmayan askeri desteklerinin cari tabloyu değiştirmesi imkân dahilinde değildir. İsrail açısından en tehlikeli gelişme bölgede demokratik dalganın güçlenmesidir. Zira bir Apartheid rejimi için demokrasi hem iç hem de dış tehdittir. Arap Baharı sırasında hem Tel Aviv’in hem de Batı’nın yaşadığı paniğin arkasındaki önemli sebeplerin başında “demokrasi korkusu” gelmekteydi. Filistinli aktörlerin de gelinen aşamada kendi içlerinde demokratik bir açılım yapmadıkları sürece İsrail karşısında taktiksel mücadele kıskacından çıkmaları mümkün görünmemektedir.

Mevcut manzaranın kasvetli ve ümit kırıcı olduğu inkâr edilemez. Yine de bu karamsar havanın hâkim olduğu bir ortamda 7 Ekim, hem Filistinlilerin çıkmazında hem de bölgesel jeopolitikte önemli bir dönüm noktası ve bölgesel çarpık düzen için bir sıfırlanma anlamına gelebilir. Her şeyden önce Filistinlilerin onlarca yıldır katlandıkları zorluklar yakın gelecekte sona ermeyecek olsa da, 7 Ekim sonrasında yeni bir dönem için potansiyel oluşabilir. Varlıklarını İsrail, ABD ve bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde tüm dünyaya gösterdiler, ancak bunun bedeli çok ağır oldu. İsrail’in de Gazze’deki trajik sivil kayıpların devam etmesini önlemek ve çözüm umutlarını yeniden canlandırmak için Filistinli grupların da yeni bir ulusal siyasi perspektife ve liderliğe şiddetle ihtiyacı vardır. Bu nedenle 7 Ekim’i Gazze meselesine, insani yardım başlığına, esir takasına, İsrail ile kırılgan bir güvenlik anlaşmasına ya da geçici kararlara ve bölge ülkelerinin kazanımlarına indirgemek büyük bir hata olacaktır. 7 Ekim’den Filistinlilerin siyasal varlıklarının ne olacağına yönelik bir cevap bulunmadığı sürece kısır döngü devam edecektir. Ancak bu cevabı herkesten önce Filistinlilerin kendilerinin vermesi gerekmektedir.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir