Psikiyatrik vakalarda sinemanın işlevini Türk ve dünya sinemasının kült yapımları ekseninde inceleyen ‘Beyaz Perdeye Yansıyan Zihin’ kitabı VakıfBank Kültür Yayınları tarafından okura sunuldu. Editörlüğünü psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Bilici’nin yaptığı kitap alanında uzman psikiyatrist, psikolog ve akademisyenleri bir araya getiriyor. Sinemanın terapide kullanılmasından ruhsal bozuklukların perdedeki temsillerine uzanan çalışma, psikanalitik ve fenomenolojik film okumalarından yönetmen sinemasındaki psikolojik derinliğe kadar pek çok farklı tema ekseninde sinema ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor. Kitabın editörü Bilici ile sinemanın zihinle ilişkisini KARAR okurlarımız için konuştuk.
Öncelikle kitabın ortaya çıkış hikayesini dinleyebilir miyiz?
Aslında bu kitabın öyküsü, 2010 yılında ‘Psikiyatride Sinema Sinemada Psikiyatri’ isimli kitabımızla başlar. Kitap basıldığında kitabın bu konuyla ilgili serinin ilk cildi olarak görülebileceğini söylemiştik ve kitabı bitirdiğimiz yerden yeni bir başlangıç yapılmasını arzu etmiştik. Beyaz Perdeye Yansıyan Zihin ilk kitabı teorik açıdan tamamlayan bir kitap olarak da görülebilir. Aradan geçen on beş yılın sonunda farklı bir kadro ile okuyucunun karşına çıktık. Kitabın öyküsü filmlerle ilgili yolculuğa ve profesyonel ilişkimin başlamasına kadar uzatılabilir. Psikiyatri diğer tıp branşlarından farklı olarak çeşitli sanat ve edebiyat dalları ile kurarak devşirdiği insani bilgiyi ruhsal rahatsızlıkları anlama ve tedavi etmede üstün bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyel benim özelimde mesleğe ilk adım attığım otuz beş yıl öncesine kadar uzanabilir.
Sinema gerçekten bir terapi aracı olabilir mi? Bir film, izleyeni iyileştirebilir mi?
Öncelikle izleyicinin film sırasında kahramanla özdeşleşmesinin psikolojik iyi oluşa katkısını anlamak gerekir. Bilindiği gibi özdeşim sırasın da pek çok kişi, kahramanın yaşadığı sıkıntılarla kendi yaşadıkları arasında çeşitli benzerlikler kurarak kısa bir süreliğine de olsa “Demek ki bu sıkıntıları çeken sadece ben değilmişim” duygusuna kapılabilir. Böylece, insanın bu âlemde geçici bir süreliğine de olsa yalnız olmadığını hissetmesi iyileşmeye katkı sağlayan önemli bir faktör olabilir. Bir başka mekanizma, insanın kendi başına sıkıntılı bir hâldeyken aklına gelmeyen çözüm yollarının film izlerken gerçekleşen özdeşim sırasında âniden zihnimize düşmesiyle gerçekleşebilir.
İzleyicinin karakterlerle kurduğu bu özdeşim mekanizmasını ve birey üzerindeki etkilerini biraz daha detaylandırabilir misiniz?
Özdeşim kurmanın bireyin başka bir kişinin özelliklerini, davranışlarını veya değerlerini benimsemesiyle ortaya çıktığı vurgulanır. Bu mekanizma, kaygıyı azaltmak, çatışmalarla başa çıkmak veya benlik saygısını korumak amacıyla kullanılır. Film izleyicisi perdedeki rol modelleriyle özdeşim kurarak kendi kimliklerini pekiştirebilir, bilinçdışı çatışmaları bastırmayı başarabilir, aidiyet duygusunu sağlayarak sosyal uyumu artırabilir ve kişiliğin boyutlarını zenginleştirebilir. Özdeşleşme, genellikle kaygı veya korkuyu azaltmak amacıyla başka bir kişinin özelliklerini, davranışlarını veya niteliklerini benimsemeyi içerir. Gelişim sürecinin yarattığı gerilimin ebeveynle özdeşim kurarak çözülmesi gibi, izleyici de film kahramanı ile kurduğu özdeşim üzerinden bir tür psikolojik rahatlama oluşturuyor olabilir. Toparlarsak sinemanın tek başına bir terapi aracı olarak kullanılabileceğini gösteren zengin araştırmalar yoktur. Ancak vakalardan ve klinisyenlerden elde edilen anekdotlar sinemanın bir terapi yöntemini destekleyeceğini düşündürmektedir. Özellikle insan davranışlarını analiz eden ve sorunlu davranışların nasıl düzeltileceğini işleyen filmlerin bu amaçla kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
Sinema, insan zihninin derinliklerini görünür kılmada nasıl bir araç haline geliyor?
Sinemanın insan zihnini yansıtma gücü hem teknik ve estetik hem de bireysel ve toplumsal boyutlarda çok katmanlı bir yapıya sahip olmasından kaynaklanır. Bu güç, sinemanın yalnızca bir anlatı aracı değil, aynı zamanda bilinç, duygulanım, bellek ve algının dışavurumu olarak işlev görmesinden doğar. Sinema, gerçek zaman akışını özgürce kırmayı, geriye dönmeyi (flashback), ileri atlamayı (flashforward), rüya dizilerini veya paralel zaman akışlarını mümkün kılar. Bu, insan zihninin bellek, hayal ve zaman algısı ile doğrudan örtüşür. Böylece sinema kronolojik zamanı değil, içsel zamanı yansıtabilir. Filmler, belleğin silinmesi sürecini zihinsel bir kırılganlık ve duygusal kaosla birlikte anlatarak zihnin çalışma biçimini doğrudan sinematik dille aktarabilir.
Kamera hareketleri, montaj ve ses gibi sinema teknikleri, zihnin bu bilinçdışı akışını ve fikir sıçramalarını yansıtmakta nasıl kullanılıyor peki?
Sinema, bir karakterin iç dünyasına kamera hareketi, ses tasarımı, montaj ve görüntü diliyle doğrudan erişebilir. Sübjektif kamera açısı ile izleyiciyi karakterin algı dünyasına sokar. Montaj ile zihnin fikir atlamalarını, çağrışımlarını ve duygusal sıçramalarını yansıtabilir. Ses içi monologlar ile doğrudan karakterin bilinç akışını verir. Sinema, bilinçdışı dünyayı görsel metaforlarla ifade etmede eşsiz bir araçtır. Böylece rüya mantığına dayalı sahnelerle zihnin bastırılmış arzuları, korkuları ve çelişkileri dışa vurulur. Sinema kimlik ve gerçeklik üzerine bir zihinsel labirent olarak işlev görür; ‘gerçek’ ile ‘hayal’ arasındaki sınırı sinematik dilin kendisini sorgulayarak zihnin yapısal belirsizliğini yansıtır. Sinema, bize başkalarının zihinlerini deneyimleme imkânı sunar. Hızlandırılmış montaj ve ses baskısı, bağımlılığın zihinsel çöküşünü fizyolojik olarak hissettirir. İnsan zihni soyut kavramları görsel imgelerle düşünme eğilimindedir; sinema bu özelliği doğrudan kullanır. Montajı ‘zihnin diyalektik hareketinin sinematik karşılığı’ olarak tanımlanmıştır. Gerçekten de insan zihni, anlam oluşturmak için farklı imgeleri ilişkilendirir, bağ kurar, çıkarım yapar. Sinemanın montaj mantığı da tam olarak bu iki ayrı görüntüyü bir araya getirerek üçüncü bir anlam, bir düşünce ve bir duygusal tepki üretir. Sinemanın sessizliği bile bir zihinsel durumu yansıtabilir. Müzik, iç sesler, kalp atışı gibi unsurlar doğrudan fizyolojik ve psikolojik tepkilere hitap eder. Sonuç olarak sinema, zihni dışarıdan ‘yansıtan’ pasif bir ayna değil; zihnin kendini tanıdığı, sorguladığı, yeniden kurduğu bir dil aracıdır. Bu nedenle sinema tarihi, bir yandan da insan bilincinin evriminin tarihi gibidir.
DEMİRKUBUZ SUÇLULUK VE UTANCI, CEYLAN VAROLUŞSAL YALNIZLIĞI ANLATIYOR
Peki, Türk sinemasında psikolojik derinliğini güçlü bulduğunuz filmler veya yönetmenler hangileri?
Türk sinemasında psikolojik derinliği güçlü, karakter odaklı, içsel çatışmaları ve toplumsal baskıların birey üzerindeki etkilerini inceleyen filmler ve yönetmenler giderek daha fazla dikkat çekiyor. Özellikle 2000’li yıllardan sonra, uluslararası festivallerde de tanınan ‘yeni dalga’ Türk sineması, psikolojik gerçekçiliğe ve içsel dramaya odaklanan yapımlarla öne çıktı. Listenin başına Semih Kaplanoğlu’nun varoluşsal temaları işleyen, ‘Yumurta’, ‘Süt’, ‘Bal’ üçlemesini koyabiliriz. Bu filmlerde bireyin içsel gelişiminin, çocukluk travmalarının ve baba figürünün derinlemesine incelendiği görülür. İkinci sırada Yavuz Turgul gelebilir. Turgul filmlerinde zamanın psikolojik yıkıcılığını gözler önüne serer. Turgul filmlerinde sokaklar, evler, kahvehaneler gibi mekânları izleyicinin kendi anılarını uyandıran kolektif bir bellek alanı oluşturur.
Bu bağlamda, günümüz Türk sinemasının önde gelen iki ustası Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’u psikolojik dramatik yapıları açısından nasıl kıyaslarsınız?
Nuri Bilge Ceylan, psikolojik derinlik, varoluşsal yalnızlık, iletişim kopukluğu ve bireyin içinde yaşadığı çatışmaları inceler. Özellikle karakterlerin iç dünyalarını minimalist diyaloglar ve uzun planlarla işler. Ceylan, özellikle Bergman ve Tarkovski’nin etkisinde, psikolojik gerçekçiliği sinematik bir dille harmanlayan en önemli Türk yönetmenidir. Zeki Demirkubuz ise Türk sinemasının ‘psikolojik dram’ ustası gibi görülebilir. Karakterlerin içsel çöküşlerini, suçluluk, utanç, utanç ve ahlaki çöküşü sert gerçekçilikle anlatır. Demirkubuz filmlerinde, Dostoyevski’yi andıran, ahlaki ikilemlerle yüklü dramatik yapılar kurar. Bu isimlerin dışında; Reha Erdem, gerilimli, sembolik ve çoğu zaman trajikomiğe yatkın içeriklerle bireyin toplumla çatışmasını, dışlanmayı ve kimlik sorunlarını işler. Emin Alper filmlerinde toplumsal baskıların birey üzerindeki psikolojik etkilerini, paranoya ve kolektif suçlamalar aracılığıyla işler. Tayfun Pirselimoğlu, minimalist, karanlık ve içe dönük dramalarıyla dikkat çeker. Karakterler genellikle sessiz, kırılgan ve dışlanmıştır. Bu kapsamda Erdem Tepegöz, Serdar Akar, Tuğçe Sönmez ve Ümit Ünal gibi yönetmenler de sayılabilir.
Siz bir sinemasever olarak hangi filmi ‘zihnin aynası’ olarak görüyorsunuz?
Bu soruya Tarkovski, ‘Ayna’ yanıtını verebilirim.
ZİHNİ DÜZELTEN BİR RİTÜEL: SİNEMA
Psikiyatrinin ve psikolojinin sinemayla, sanatla ilişkisi sizce neden diğer bilimlerle kurduğu ilişkiden daha güçlü?
- Çünkü filmlerin insan zihnini tanıma ve sorunları düzeltici etkisi diğer disiplinlerden daha güçlü. Filmler bu gücünü şu unsurlardan alıyor:
- Zorlu durumlarda stres yönetimine katkı sağlayarak kişinin geçmişte işe yarayan film izleme gibi başa çıkma yöntemlerine dönmesini ve böylece duygusal dengeyi sağlamasını kolaylaştırabilmesi;
- Merak ve hayal gücünü harekete geçirerek ve eski anılarına dönerek yaratıcılık ve problem çözme becerisini geliştirebilmesi;
- Meselâ eşiyle sorun yaşayan birinin, filmlerde izlediği partner çatışmalarına tanık olarak yaşanan duyguları yeniden hatırlayarak karşısındakini daha iyi anlayabilmesi;
- İzleyicinin geçmiş deneyimlerine kontrollü bir regresyonla dönebilmesi ve bu böylece travmaların çözümlenmesine katkı sunabilmesi;
- Psikolojik esneklik sağlayarak kişinin zorluklarla başa çıkmak için farklı ‘benlik’ durumları arasında geçiş yapmasını kolaylaştırabilmesi;
- İzleyicinin içsel kaynaklarını harekete geçirerek çocukluktaki masumiyet, merak veya oyunculuk gibi özelliklerinin yetişkin yaşamda yeniden kullanılmasını sağlayabilmesi,
- Gerçekleşen geçmişe dönüşler sayesinde kişinin bugünkü davranışlarının kökenlerini anlamasına ve kendini keşfetmesine yardımcı olması.
