BESİM DALGIÇ
‘70’li yıllar zor zamanlardı. Öğrenci hareketleri, legal TİP’e karşı çıkan MDD’ciler, devrimin şehirde mi yoksa kırda mı yapılacağı üzerine tezler, eylemler, Filistin’deki kamplarda gerilla eğitimi derken, Memduh Tağmaç, Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu, Muhsin Batur’un verdikleri 12 Mart Orgeneraller muhtırasıyla tüm umutları yok eden, ‘80’deki gibi 'Bizim Çocuklar'ın yaptıkları darbe, örfi idare, idamlar, kısıtlanan özgürlükler... Her şey etkilendi. Hâlâ devam eden bu etkiden şiir de azade değildi.
O koşullarda bile bizim nesil için yasaklı Nâzım Hikmet’in şiirlerini bulup okumak devrimci bir eylemdi. ‘61 Anayasası' güya özgürlük ortamı getirmişti. Ama sorun devam ediyordu. Nâzım Hikmet yasağının iki yanlı olumsuz etkisi vardı. İlki Nâzım Hikmet’in tabulaştırılıp kitleleri gaza getirme aracı olarak kullanılarak sömürülmesiydi. Bu sömürü hâlâ devam ediyor. Onun şiir poetikası konusunda ise büyük bir cehalet yaşanıyordu. Memet Fuat’ın bir araya getirdiği külliyatı olmasaydı bu durumu fark etmemiz kolay olmazdı. Öbürüyse başka şairlerin yoktan sayılmasıydı. Nâzım’ın yanında Behçet Necatigil’in, Turgut Uyar’ın ya da Fazıl Hüsnü’nün lafı mı olurdu. Orhan Veli’yi de, 'İkinci Yeniyi' de geçelim, Nâzım yoksa en azından Ahmet Arif, Hasan Hüseyin’le idare edelim anlayışı yaygındı. Ahmet Arif’e de, Hasan Hüseyin’e de ne büyük haksızlık...
Tahir Abacı’nın kitaptaki Nâzım Hikmet hakkındaki makalesi bu yönde değil elbet. Nâzım Hikmet Ankara’daki eski yoldaşı, 'Kadrocu' Şevket Süreyya Aydemir’i ziyaret ettiğinde onu yüksek dereceli devlet birimleriyle, emniyet teşkilatından yetkililerle tanıştırıp görüşlerinden vazgeçirme pahası yanı sıra ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’nın devlet adına yazması karşılığında bir çeşit dokunulmazlık elde edeceği vaadine sıcak bakmaz. Ama destanı yazar. Ama ne destan. Kimsenin tabulaştırılmadığı sıradan insanların destanı... Resmi görüş kızgındır, yoldaş dedikleriyse ona boyun eğmiş muamelesi yaparlar. Sonrası malum... Mahpus damları, vatanını terk etmek zorunluluğu, memleket hasretiyle ölümü... Nâzım Hikmet'i tanımadık. O resmi söyleme göre vatan hainiydi. Oysa kişisel olarak onu görüp yaşayan kimse kaldı mı? Benim bildiğim Cevat Çapan ile eşi Gönül Abla var. İngiltere’deki öğrencilik yıllarında yeni yılı geçirmek için 1962’de Paris’e gittiklerinde Nâzım Hikmet için düzenlenen bir imza gününde kitap imzalatmışlar, anlattıklarını dinlemişler. Ancak o gün konuşamamışlar, tesadüfen ertesi akşam bir caddede karşılaşmışlar. 'Vatan haini' Nâzım Hikmet sohbet ederlerken söz memleket hasretine geldiğinde özlemini sözle değil elini gırtlağına götürerek ifade etmiş...
Nâzım’ı canlı görme ihtimalim yoktu ama Enver Gökçe ile Can Yücel’i tanıdım. 12 Mart darbesi zalimdi. Nefes aldırmıyordu. Sokağa çıkma yasakları, İsrail Konsolosu Elrom bahane edilerek her ev aranıyor, kitaplar ya gömülüyor ya da imha ediliyordu. Demirtaş Ceyhun’un Harbiye’de küçük bir kitapevi vardı. Hilmi Yavuz aracılığıyla orada çalışmaya başlamıştım. Kitlesel imza günleri orada moda olmuştu. Yazarların okurlarla buluşması heyecan vericiydi. Genelde yalnızdım. Demirtaş ağabey geç gelirdi. Kapıdan Alberto Giacometti ya da Zühtü Müridoğlu heykellerini andıran biri girdi. Çekingen görünüyordu. Demirtaş ağabeyi sordu. “Fazla gecikmez,” dedim. “Ben Enver Gökçe, selamımı söyleyin, biraz turlayıp tekrar gelirim,” deyince ben de şimşek çaktı. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Israrımla kaldı, çayını, kahvesini söyledim. Kitaplar, satışlar, yayıncılık üzerine biraz konuştuk. Demirtaş Ceyhun ile imza günü yazarı da gelince etraf tam seyranlık oldu. Onu biliyordum ama yaşadıklarını daha sonraki yıllarda öğrendim. Sevim Tarı İstanbul'dan Paris'e giderken TKP’ye ait bir raporla yakalanmış. Sonrasında 1951 Tevkifatı başlamış. Enver Gökçe’de bu tutuklamalarda nasibini alanlardan. İşkenceye dayanamaz öter. Başkaları da öter ama nedense günah keçisi sadece odur. Ancak parti içinde o kadar çok muhbir vardır ki Enver Gökçe ötse de, ötmese de gerçekte istihbarat teşkilatı her şeyi bilmektedir. Enver Gökçe yıllarca hapis yatar. Yaşadıklarından dolayı kendini asla af etmez. Onun şiiriyse günümüzde unutulmuştur. Şairliği konusunda hatası ideolojik bağlantısı olduğunu sanıyorum. O bağlantı onu sınırlıyordu. Bu sınırlama ne Nâzım’da ne de Can Yücel’de görülür. Oysa yazdıkları sade, iyi şiirlerdi.
Can Yücel’i daha sonra tanıdım. Daha doğrusu bildim. Çünkü o tarihlerde Adana Cezaevi’ndeydi. Akademi’ye girince devam zorunluluğundan Demirtaş Ceyhun’dan ayrılmış, Avukat Müşür Kaya Canpolat’ın yazıhanesinde yarı zamanlı katipliğe başlamıştım. Müşür ağabey Can Yücel’in de avukatıydı. Bu nedenle eşi Güler Yücel çok sık gelirdi. Kadınlar bu durumlarda her zaman mağdurdur. Üç küçük çocukla biçare kalmak... Daha sonraki yıllarda kayınpederim olacak Adana TİP kurucusu Av. Zeki Direk Can Yücel’in bir ara avukatlığını yapmış. Bir ziyaretinde söz Hasan Ali Yücel’e geldiğinde Can Yücel parlamış. “Hayatta ben en çok babamı sevdim” dizeleri gerçek duygularıydı ama adının babasının gölgesiyle anılmasından rahatsızdı. ‘82 Eylül’dü... Ece Barda oturduğum masada Can Yücel’de var. Gece yarısını epey geçmişti. Bar kalabalık, karanlık bir mekândı. Can Yücel içki duvarını aşmıştı. Gürültüden ne dediği pek anlaşılmıyordu. Yeni kitabı o sıralarda çok meşhur. ‘Rengahenk’ dedim, birden kulak verdi. Kitabından, Müşür’den, Zeki Direk’ten bahsettik. Yakın arkadaşı Cevat Çapan’ın öğrencisi olduğumu da öğrenince sabahı ettik. Gün ağarırken çıktık. O Kuzguncuk’ta, ben Göztepe’de oturuyordum. Taksiye binip onu Kuzguncuk’a bırakıp, evime döndüm. Pek konuşmadık. Sessizliği dinledik... Aslında taksi faslı hayal. Öyle bir şey olmadı. Olsaydı belki yazdığım gibi yaşanırdı. Bir daha karşılaşmadık. Bakmayın ona ayyaş diyenlerin, argosundan rahatsız olanların aymazlığına. O centilmen, dobra biriydi. Şiirleri de özgün, yaratıcı, bağımsızdı.
Arkadaş Z. Özger hakkında hemen hemen hiçbir fikrim yok. Sanırım yıllar önce ya Adnan Özer ya da Metin Celâl ondan bahsetmişlerdi. 1973’te ölmüş. O cerbezeli günlerde kaynayıp gitmiş. Gençlik ise fiyakalı şair Atilla İlhan’dan kopup Ece Ayhan’a yanaşmış. Ardından küçük İskender, gelenekle günümüz şiirini harmanlayan Hilmi Yavuz’la ya da o yıllarda ortaya çıkan şairlerle yeni arayışlara girmişlerdi. 2021’de yapılan ‘Merhaba Canım’ belgeseli Arkadaş Z. Özger’le ilgiliydi. Merakla izledim. Ne şairliği, ne de şiiri söz konusuydu... Ağırlıklı olarak cinsel tercihleri öne çıkarılıp olay magazinleştirilmişti. Hülasa ön yargılı bir filmdi. Bu işe alet olanların Arkadaş Z. Özger’e bir özür borcu olduğunu düşünüyorum.
Nedense şiirden çok şairlerin zaafları gündeme getiriliyor. Bu konuda donanımsız olanlara bir şey diyemem ama bir zamanlar ciddiye aldığımız koca koca insanlara ne demeli...
Tahir Abacı yazar kimliği yanı sıra aynı zamanda bir hukukçu. ‘Şair Savunması’nda kullandığı anlatım hukuksal değil, Emil Zola’nın 'Dreyfus Davası' için yazdığı 'Suçluyorum' makalesindeki üslûba benzetilebilecek, yalan yanlış bilgileri çürüten edebi bir savunma....
