Değişime kuşkuyla bakarak dinin mesajını modern zamanlara taşıyamayız
Son birkaç yüzyıldır İslam dünyasında modernizm, modernite ve değişim kavramları konusunda ciddi tartışmalar yaşanıyor. Kuşkusuz bu tartışmayı tetikleyen en temel sebeplerin başında, son iki yüz yıldır Batı’ya duyulan öfkenin şekillendirdiği gerilimli ilişkiler bulunmaktadır. Elbette öfkenin haklı gerekçeleri olduğu muhakkak. Ancak böyle bir gerilim varken değişimi, demokratik değerleri sağlıklı bir şekilde değerlendirmek de mümkün olmuyor.
Oysa tarihin gösterdiği bir gerçek var ki İslam’dan önceki dönemlerde olduğu gibi, İslam’dan sonra da toplumlar sürekli bir değişim içinde olmuşlardır. Maalesef İslam toplumları, çoğu zaman Batı’ya duyulan bu ökenin arkasına saklanarak değişime ve demokratik değerlere kuşkuyla bakmak ve hatta bunu fıtrattan sapma olarak değerlendirmek gibi bir kolaycılığı tercih etmişlerdir. Aslında İslam toplumlarında gelenek-değişim, modernizm ve modernite kavramları üzerinden üretilen gerilim günümüzün bir meselesidir. Zira geçmişte Müslüman toplumlarda köklü değişimler meydana gelmediği için gündelik hayatın içinde ciddi kırılmalar da yaşanmamıştır.
Ancak Batı’daki Rönesans ve reform hareketleri, bilimsel keşifler ve sanayi devrimiyle birlikte köklü bir paradigma değişiminin yaşanması, doğal olarak İslam toplumlarını da derinden etkilemiştir. Bu değişim dalgasıyla birlikte artık insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kadın hakları, çevre duyarlılığı, işçi hakları, uluslararası ilişkiler gibi kavramlar insanlığın en temel gündemi haline gelmiştir. Haliyle bu gelişmeler, eş zamanlı olarak İslam toplumlarında gelenekle hayat arasındaki gerilimi de tırmandırmıştır.
Günümüzde manzara şudur; Müslüman dünya yaşanan değişimi zamanında doğru okuyamadığı için gelenekle hayat arasındaki makas giderek açılmış ve Müslümanlar bu yeni durumu Batı dünyasının İslami değerleri kuşatması olarak algılamaya başlamıştır.
Maalesef değişim ve demokrasi reddiyesinin temelinde de Batı ile yaşanan bu gerilimlerin yarattığı travmatik ruh hali bulunmaktadır. Çünkü bu değişimde Müslümanların bir katkısı yoktur, dolayısıyla böyle baktığınızda demokrasi de, değişim de, özgürlükler de, hukukun üstünlüğü de Batı’nın İslam dünyasına empoze ettiği bir değerler bütünüdür. Dolayısıyla bu durumda kim değişimden, demokrasiden ve hukuktan söz ediyorsa, o kendi değerlerini yani İslami değerleri inkar ediyor demektir.
Görüldüğü gibi bir insanlık tecrübesi olarak yüzyıllar içinden akıp gelen değişim, özgürlük ve hukukun üstünlüğü gibi temel insani değerler bir anda din ve iman meselesi haline dönüşüvermektedir. Oysa dinle, insanlığın yüzyıllar içinde biriktirdiği tecrübeleri birbirinin rakibi olarak görmek çok da doğru bir yaklaşım değildir. Tecrübe birikimlerinin de, geleneklerin de elbette din açısından düzeltilmesi ya da daha rafine hale getirilmesi gerekebilir. Ama insanlık tecrübesinin bir sonucu olan sosyal değişmeyi ilahi iradenin tam karşısında konumlandırmak aklen de, mantıken de doğru bir bakış açısı olamaz.
Çünkü İslam yüzyıllar içinde evrenselliğini koruyabilmek için, gerek İslam toplumlarının kendi içinde, gerekse farklı kültürlerle olan ilişkilerde esnek bir etkileşime kapı aralamış, aklı kullanmada bireysel sorumluluğu önemsemiştir.
Ancak kabul ekmek gerekiyor ki, özellikle son ikiyüz yılda Batı ile yaşanan gerilimler, sömürgeci zihniyetin yarattığı travmalar yüzünden, dini bilimler ve ulema yeni dünyanın sorunlarıyla yüzleşip Müslümanlara rehberlik etme kabiliyetini kaybetmiştir. Ve kelimenin tam anlamıyla geleneğe kilitlenerek kendilerini adeta ideolojik bir tahkimata adamışlardır.
İşte bu anlayıştır ki, Kur’an’ın ve Sünnetin mesajını modern zamanlara aktarmada bir nakısa oluşturmuştur. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca’nın ‘Yüzleşme’ kitabında belirttiği gibi: “Kur’an sünnetten ve gelenekten koparılarak yalnızlaştırılmış ve böylece keyfi yorumlara mesnet edilmesi kolaylaştırılmış oldu. Kur’an yeni geldi anayasa, yeri geldi hukuk metni, yeri geldi fenni ve teknolojik buluşları ilk haber veren oldu. Bu haliyle Kur’an’ın sırlarını insanlara deşifre etme iddiasıyla başlayan ve kendi kişisel düşünce ve duygularını Kur’an’a onaylatmaya kadar giden nevzuhur otoritelerin devreye girmesi anlamına geliyordu.”