İnsansız siyaset
Düşünsel ve siyasi fetret dönemleri aşina olduğumuz hallerdendir. Türkiye’de, toplumun referans olmaktan çıktığı, siyasetin öfkeyle özdeş hale geldiği, toplulukların siyaset içine hapsolduğu dönemler sık yaşanır.
Bunu kolaylaştıran faydacı, ataerkil, değişmez bir toplum algısına sahip bir siyasi kültürümüzün varlığına şüphe yok.
Sonuçlar da bildik. Eksik demokrasi ve eksik modernleşme uygulamaları, bu toprakların kronik sorunudur. Dış ve iç değişim dalgaları, hemen her defasında, kültür ayrışmaları, çatışmalarını tetikleyerek siyasi, ekonomik, toplumsal yapılar üzerinde ağır travmatik etkiler yaratır.
Kemalist-laikçi iktidar evreleri İslami ve muhafazakar kesim için bir travma kaynağı olmuştur. Buna karşılık, örneğin AK Parti’nin, 2010’a kadar evresi bile, seküler gruplar için başka bir travmayı temsil eder.
Her travma, her yırtılma, devlete endeksli, onun kontrolüne yönelik çatışmacı siyaset algısını biraz daha beslemiştir.
Bu farklı görünen benzer travmaların bir diğer ortak noktası, tetikledikleri sonuçta karşımıza çıkar. Bu sonuç, kültür savaşları nezdinde ‘içi boş ve aktörsüz değişim söylemi’ni putlaşmasıdır.
Bu söylemin arkasına bakmak da fayda var.
İnsansız, talepsiz siyaset, her şeyden önce “risk”ten ve “öteki fikri”nden yola çıkar. Herhangi siyasi, toplumsal, kültürel bir sorunu, insandan, talepten, etkileşimden korkan bir güdüyle ele alan, sadece bu yönüyle bile asayiş kokan politikalarla karşılayan bir akıl yürütme haline işaret eder.
Son yıllardaki açık ve tipik bir örnekleri, (Gezi’yi akla getiren) kamusal alan-katılım meseleleri, eksik demokratikleşme konusu/gerekçeleri ile Kürt sorunudur.
Nitekim bugün iktidardaki bakış, aktörün, talebin olmadığı, takdirle yol alan bir siyasi anlayışı savunurken bunu, karşı tarafın veya tarafların niyeti, bunun içerdiğini iddia ettiği risklere dayandırıyor.
Karşı taraf, niyet, hamle silsilesi kaçınılmaz olarak otoriter bir zihniyeti üretir. Otoriterdir, zira mücadele ve çatışmayı tek gerçek kabul eden, kazanma yolunda güç seferberliğine gönderme yapan, bunu yücelten, ilkeleri ezen bir akıl yürütmeyi veri alır. Otoriter zihniyetin endişe, tehdit, tehlike merkezli yansıması ise, her meselede, toplumsuz ve siyasetsiz stratejiler doğurur. Fasit daire böylece oluşur.
Dün belli bir kesimi tanımlayan bu söylem bugün bir başkasını, yarın bir diğerini tanımlayabilir.
Tanımlıyor da.
Dün hakim güçler tarafından muhatap alınmayanlar ve bunun siyasi mücadelesini geliştirenler, bugün başkalarını muhatap almıyor ve bunun siyasi savunusunu geliştiriyorlar.
Ülkeye egemen zihniyetin özüdür bu.
Bu zihniyet parçalar üreterek kendisini biteviye yeniden üretmektedir.
Yeniden üretim bir yandan her aktörün kişisel algısına, öte yandan toplumsal kesimlerin iç ortak algısına ilişkin olarak karşımıza çıkıyor.
İlki, kişinin kendisini, “olan”ın dışına itip “bir bilinmeyen”in itici güç olduğu komplo teorilerine yaslamasıyla, bunun üzerinden toplumsal, kültürel, insani duyarlılıkları, talepleri, bunların belirleyiciliğini yok saymasından ileri geliyor.
İkincisi, çoğulcu bir yerelleşme ya da siyaset yerine ‘çoğunlukçu bir yerel fikir ya da siyasetin yeniden doğmasıyla, çok parçalı toplum yerine tek parçalı millet kavramının sağda ve solda ideolojik bohçalardan tekrar çıkarılmasıyla, kurgulara, komplo teorilerine dayanan sembolik bir milliyetçilik üretilmesiyle ilgilidir.
Ve tüm bunlar, siyasetin değişme adına sterilleştirilmesine ve devletleştirilmesine destek sağlıyor.
Bu da bir açı...