Otoriterlik ve kaynakları
Kemalizm, siyasetin ve toplumun “devlet”e esaret çerçevesinde tanımlandığı bir rejimdi. Siyaset üzerinden düşünce ve toplum üzerinde de tahakküm kuran bir devlet…
Doğruyu bilen, vazeden, bunun dışındaki her tür eylem ve düşünceye düşman muamelesi yapıp tartaklayan bir devlet… Ve bu düzeni bir ayrıcalıklar sistemine çeviren devlet desteğindeki kültürel ve ekonomik bir hegemonya...
Yöneticilerin basit bir yer değiştirmesi ve kurdukları ittifakla bugün bu düzenin varlığını bir tür devam ettirdiğine, AK Parti döneminde açılan sivil topluma, sivil değerlere yönelik tüm sayfaların tek tek yırtılıp koparıldığına şüphe yok.
Aşağıdaki satırları daha önce de yazdım.
Demokratik toplumların kimi varoluşsal önkoşulları vardır. Bunların önde gelenlerinden birisine, “üçlü özerklik düzeni” adını verebiliriz. Siyasi alanın devlet, toplumsal alanın siyaset karşısında, düşüncenin ise her üçü karşısında özerk bir konumda bulunması, demokratik bir toplumun olmazsa olmazları arasındadır.
Türk cumhuriyet geleneğinde siyaset, devlet gücünün bağımlı değişkeni olmuş, devlet alanına hapsolmuştur.
Bu öyküde siyaset nasıl devlet karşısında özerk olamamışsa, toplum ya da sivil saha da siyaset karşısında özerk olamamıştır. Keza düşünsel faaliyet de her iki karşısında tahkir ve baskı görmüştür.
Düşünsel faaliyet mutlak faydacı bir beklentiyle siyasetin lojistik unsuru olmaya indirgenmiş, böyle tanımlanmış, böyle algılanmıştır.
Fayda ilke üzerinde tahakküm kurarken, “ne” sorusu “nasıl” sorusunun, esas usulün, içerik sürecin, somut da soyutun üzerinde boğucu, hatta yok edici bir etkide bulunmuştur. Soyut, milli ve dini maneviyata, şiir ve melodi üzerinden sadece aidiyet ve hissiyata indirgenmiş, somut ise kuvvet, inşaa, fayda ile özdeş kılınmıştır.
Bugün sağdan soldan, modern kesimden muhafazakarlardan çok kişinin siyasetten, iktidardan, iktidar ilişkilerinden ya da milli fayda, partisel fayda, kimliksel fayda hallerinden özerk bir siyasi düşünceyi anlaması, kabul etmesi bir ölçüde bu yüzden mümkün olmamaktadır. Düşüncenin nokta atışlarının hedefi olmasının, düşünce ile tezgah, kumpas, kompo bağlarının kurulmasının bir nedeni de budur.
Bu mahpusluk sistemi hakim siyasi kültürün bir sonucudur. Bir tür ''toplum tasavvuru eksikliği''nin, ''soyut alerjisi''nin ve ''kuvvetli faydacılık hali''nin yansıması olarak hepimizin eseridir.
Modernist olduğunu iddia eden siyasi anlayış dün Kemalizm örneğinde olduğu gibi, nasıl siyaseti, onun üzerinden toplum ve düşünceyi devlet hapsine almışsa, bugün de, muhafazakar anlayış toplumsalı siyasetin mahpusluğuna mahkum etmiş bulunuyor, düşünceyi ise iktidarın damgaladığı bir nesne haline getiriyor.
Sorun sadece yönetim geleneğinden ibaret değil, toplumsal değerler de önemli bir kaynak. Bu değerlere ait hiyerarşi, şeylerin-simgelerin düzeni işin özünü oluşturur. Bu düzende devlet ve devlete ait olanın zirveyi süsler, onu siyasetin takip eder, toplumsal, düşünsel ve kişisel olanın en arkada, en edilgin konumda yer alır.
Devletin herkesten ve her şeyden önde, belirleyici ''üstün değer'' olması, siyasetin katılımı, talep-karar etkileşimini dışlayan bir tek yönlü eyleme, ''devleti yönetme, denetleme ve hizmet eylemine'' indirgenmesi, toplumun tek ve doğal kabul edilen bir değer sistemiyle statik olarak ele alınması bu hiyerarşinin kurucu ögeleridir.
Tüm bunların açıldığı kapı, “otoriterlik”tir.