Edebiyat tarihimiz yeniden yazılmalı

İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra kurulan ve Türk resim tarihine “Galatasaray Sergileri”yle geçen Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, 1919 yılında ismini Türk Ressamlar Cemiyeti olarak değiştirmiş, 1926 yılında Sanayi-i Nefise Birliği ismiyle yeniden teşkilatlanarak diğer güzel sanat dallarını da “şube”ler halinde çatısı altına almıştı. Hâlen Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi olarak hizmet veren Alay Köşkü, ismini daha sonra Güzel Sanatlar Birliği olarak değiştiren bu cemiyetin genel merkeziydi.

Güzel Sanatlar Birliği yönetimi, 1928 yılında edebiyatçıların da birlik çatısı altında bir şube kurmalarını istemiş, bu teklifin götürüldüğü şair ve yazarlar, en kısa zamanda toplanmasına karar verdikleri kongreye davet edileceklerin listesini hazırlama görevini, aralarında Peyami Safa’nın da bulunduğu üç kişiye vermişti. Bu haber duyulur duyulmaz gazetelerde çıkmaya başlayan haberlerde ve eleştirilerde en çok Peyami Safa’nın adı geçtiğine göre, liste onun tercihleri istikametinde hazırlanmış olmalıdır.

Liste belli olduktan sonra, “Falanca niye var da, filanca yok!” şeklinde kısaca özetlenebilecek –benzerlerini her zaman yaşadığımız- bir küçük kıyametin koptuğunu ve dedikoduların alıp yürüdüğünü tahmin etmek zor değildir. En aklı başında ve ayağı yere basan eleştiri, okuyucularımızın Sultan Hamid Düşerken isimli romanından hatırlayacakları Nahit Sırrı Örik’ten gelir.

***

Hayat mecmuasının 25 Teşrinievvel (Ekim) 1928 tarihli sayısında yayımlanan “Akademi Fransez’de Müverrihler” başlıklı yazısında, edipler listesini hazırlayanların “edebiyatın hududu hakkında sâlim bir fikre” sahip olmadıklarını ileri süren ve edebiyatın birkaç türle sınırlandırılmasını doğru bulmayan Nahit Sırrı, Lâle Devri yazarı tarihçi Ahmed Refik’le Türk Teceddüd Edebiyatı yazarı İsmail Habib’in listeye dâhil edilmemiş olmalarını büyük bir eksiklik olarak görür. “Mazisinin büyük isimleri arasında bir müverrihin, Naima’nın bulunduğu edebiyatımızın bugün hududunu daraltarak hikâye ve şiire münhasır bırakmak”, Nahid Sırrı’ya göre, çok yanlıştır:

“Yazılırken heyecan duyulmuş ve okuyana da bu heyecanı tattırmış olan her yazı, bu heyecan necib ve devamlı olunca daima edebiyatın hudutlarından içeri girmiştir. Dünkü ve bugünkü Fransa edebiyatında müverrihlerin işgal eyledikleri pek ehemmiyetli mevki, tarihin enva-ı edebiye içinde gayet mühim ve esaslı bir yeri bulunduğuna çok canlı bir delil teşkil eder.”

Nahit Sırrı’nın bu görüşü, benim de katıldığım çok doğru bir görüştür. Mevcut edebiyat tarihlerini gözden geçiriniz; şiir, roman ve hikâyenin hegemonyasını göreceksiniz. Herhangi bir edebiyat tarihinde mesela Cemil Meriç’ten söz edildiğini gördünüz mü? Bu büyük yazar, roman ve hikâye yazmadığı için “edip” sayılmayacak mı? Ahmet Hamdi Tanpınar şiir, hikâye ve roman yazmasaydı, Beş Şehir gibi denemeleri ve XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’yle edebiyat tarihinde yer alamayacak mıydı?

***

Divan edebiyatı, bu sakat yaklaşım yüzünden zihinlere nesirsiz bir edebiyat olarak yerleşmiştir. Hâlbuki Nahid Sırrı’nın da dediği gibi, Naima ve onun gibi birçok vak’anüvis farklı bir bakışla ele alınırsa, eski edebiyatımızda nesrin “inşa” denilen sanatlı nesirden ibaret olmadığı, son derece renkli ve zengin bir nesre sahip olduğumuz açıkça görülecektir. Ahmet Cevdet Paşa’yı “nâsir” olarak çağdaşı yazarların çoğuna tercih ederim. Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in adını kaç kişi duymuştur? Onun yazdıklarında edebî tad almamak için Türkçedeki incelik ve zenginliklerin farkında olmamak gerekir.

Bazı felsefî metinleri bile edebiyatın çerçevesi içinde değerlendirmek gerekir. Sartre gibi aynı zamanda filozof olan edebiyatçıların yanı sıra, Bergson gibi yazdıkları edebî tad ve değer taşıyan filozoflar da vardır. Nitekim Bergson 1927 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülmüştü.

***

Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı isimli eserinde “Edebî Türler Arasında Bazı Alt Kategoriler” başlığı altında mektup ve hatırat gibi türlere de yer veren merhum Orhan Okay Hoca’ya, edebiyat tarihçilerinin niçin kalıpları kırmayı denemediklerini sormuş, aynı görüşte olduğumuzu öğrenince sevinmiştim. Edebiyat tarihlerinde şiir, hikâye, roman, tiyatro gibi klasik türlerin alışılmış kategoride yerlerini her zaman koruduğunu, mektup, hatıra, seyahat, günlük ve deneme gibi türlerin ihmal edildiğini kabul eden Hoca, geleceğin edebiyat tarihlerinde daha karmaşık türlerin yer alabileceğini, şimdilerde “anlatı” denilen metinlerin de bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini söylemişti.

Daha da önemlisi, edebiyat tarihçiliğimizin Cumhuriyet devrinde inşa edilen kanon’u henüz kıramamış olmasıdır. M. Kayahan Özgül, son yıllarda bu kanon’u aşmaya çalışan değerli bir akademisyen, üretken bir araştırmacıdır. Hersekli Arif Hikmet, Leskofçalı Galib, Yenişehirli Avni, Muallim Naci gibi, edebiyat tarihlerinde isimleri zikredilerek geçilen önemli şair ve yazarlar hakkında dört başı mamur monografiler yazarak edebiyat tarihini yeniden yazacak olanlara malzeme hazırlıyor.

Eskilerden pek ümidim yok; ama genç akademisyenlere meseleye bu açıdan da bakacaklarından eminim.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum